Geriye çalışan saat
Kar yolları tıkayınca, bazı gezilerimi ertelemek zorunda kalıyorum. Bu da işime gelmiyor değil. O zaman odamda kitaplarımla baş başa kalıp düş gezilerine çıkıyorum. Arşivlerimi karıştırıp, kentlerde, kasabalarda, mekânlarda dünle bugün arasındaki farklılıkları izlemeye çalışıyorum. Bu hafta da öyle yapıp tozlu dosyaları karıştırdım. İstanbul’un geçmişinde bir yolculuğa çıktım. Sizi de bu yolculuğa götürmek istiyorum. Bakalım hangi İstanbul’u seveceksiniz?
Anadolu’daki ören yerlerini gezerken, zaman saatinin bu topraklarda hep geriye doğru çalıştığına inanırım. Nasıl inanmayım ki! Örneğin Bergama’daki tiyatronun, yapıların, rulo biçiminde 200 bin kitabın bulunduğu kütüphanenin, antikçağın en önemli tedavi merkezi Asklepieion’un bugünkü görüntüleri bile, bundan dört bin yıl öncesinin uygarlığı konusunda yeterli ipuçlarını veriyor. Dönüp bugüne baktığınızda, ne tiyatro ne görkemli bir kütüphane ne de etkileyici bir sağlık merkezi görüyorsunuz. Buna muhteşem heykelleri, agorayı, mimarlık mesleğinin en güzel örneklerinin sergilendiği yapıları eklemiyorum. Bu örneğe Efes’i, Afrodisias’ı, Sardes’i, Prienne’yi de katabilirsiniz. Tüm bu uygarlıkların devamının daha üstün bir uygarlık olması gerekirken, zaman saatinin geriye çalışması yüzünden yöre yaşantısı sanki taş devrine doğru gerisingeri bir yolculuğa çıkmış gibidir.
RAKI BÖYLE Mİ İÇİLİR
Bu geriye gidişi sadece yapılar, sütunlar göstermez. Öyle anılar vardır ki, geçmişle bugün arasındaki muazzam farkı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Örneğin, Beyaz Rus Natasha Deleon’un anılarındaki İstanbul, bugünkünden çok ileridedir. Bu anıları okuduğunuzda yüz yıl öncesinin İstanbul’unu kıskanırsınız. İşte anılardan bir özet:“Pera gerçek bir şenlik yeri. Bugün eşim Albert ve Mösyö Fikret Adil’le Ayaspaşa Rus Lokantası’na yemeğe gidiyoruz. Mösyö İbrahim Çallı da teşrif edecekler. Çok heyecanlıyım. Artık Rejans çok şey ifade etmiyor benim için. İngilizler ve Amerikalılar bile öğle yemeklerine geliyor. Hele şu Amerikalılar, votkayı viski bardağında içiyor! Olamaz monşer, rakıyı limonata bardağında içmek gibi bir şey bu. Votkanın ve rakının göz kadehlerde içildiğini, içine asla buz atılmadığını, karlıklarda soğutulduğunu her centilmen bilir. Mikhail Mikhailovich ve bizim Vera, neden böyle vaziyetlere müsaade ediyorlar bilmem ki. Ayaspaşa’nın sahibesi Judith hiç öyle değil halbuki, çok titiz davranıyor, hele adab-ı muaşeret konularında. Ayaspaşa’dan sonra Park Otel’e uğrarız sanırım. Bu akşam danslı çay olacağı söyleniyor...”
BEYOĞLU’NDA BİR KRAVATSIZ
Bugünkü İstanbul’a gelirsek. Ayaspaşa’daki Rus Lokantası duruyor ama Natasha’nın anılarındaki lokantayla yakından uzaktan bir benzerliği yok. Ne o zamanki damağına düşkün, eli kalem tutan, ağzı laf yapan müşteriler var, ne de Rus mutfağından doğru dürüst bir yemek. Kapatılma tehlikesiyle yüz yüze yaşayan Rejans da aynı Rejans değil. Tüm eski kimliğinden sıyrılmış, lüks, pahalı bir lokanta görünümüne bürünmüş. Park Otel ise çoktan yok oldu. Yerinde yarım kalmış bir “ucube” bina duruyor.
Natasha’nın anılarını okumaya devam edelim:“Beyoğlu’nda kravatsız bir bey gördüm, gözlerime inanamadım. Yakında Maçka Palas’a taşınıyoruz. Yeni komşumuz Mösyö Abdülhak Hamit pek de zarif bir beyefendi. Eşi Madam Lucienne’le iyi dost olacağımıza hiç şüphem yok. Mösyö Hamit’in şiirleri beni hülyalara sürüklüyor ama mösyö Yahya Kemal’in yazdıkları ağır geliyor, İstanbul’u anlatıyor hep. Neden kadınları yazmıyor mösyö Yahya Kemal kuzum?”
Natasha o yıllarda Beyoğlu’nda kravatsız bir bey görünce şaşırıp kalmış. Bugün caddede çılgın bir nehir gibi akan kalabalığın arasından bir kravatlı gördüğünüzde şaşırıp kalıyorsunuz. Beyoğlu artık “sallapati” bir kalabalığa teslim olmuş. Hele gece olunca, ara sokaklar can güvenliğinin olmadığı korku tünellerine dönüşüyor.
PERA PALAS’TA VALS
Natasha Deleon devam ediyor:“Artık Pera Palas’tayız, haftanın dört akşamı. O muhteşem saray dekoru içinde Rus votkası içiyoruz ve orkestra vals çaldığında dansa kalkıyoruz. Pera Palas’ın önünden birkaç dakikada bir tramvay geçiyor. Pera’da 10 dakikada tam yedi otomobil saydık. Bu ne kalabalık, ne gürültü monşer? İnsan kendini Paris’te sanıyor.”
Pera Palas Oteli, onarılıp yeniden hizmete açılınca, geçmişteki görüntü biraz canlandı. Asmalımescit semti de öyle. En keyifli meyhaneler, lokantalar, barlar hep bu semtte. İstanbul’un kibar geçmişini burada gözlemlemek mümkün gibi.
Ya Rjeans’ın ünlü sarı votkasına ne demeli. Şimdi onun tadı da eskisi gibi değil:
“Bugün mösyö Fikret Adil teşrif ettiler. Lütfedip kitaplarını imzalamışlar. İntermezzo ve Asmalımescit 74. Çok seviniyorum ve mösyö Adil’e elimle bir kadeh limonnaya voditchka ikram ediyorum. Sonra sohbet ediyoruz. Rejans’ta sarı votka adı verilen limonlu votkanın ilk kez bundan 40 yıl önce Galata’daki Arkadi Gazinosu’nda yapıldığını söylüyorum. Pek şaşırıyor mösyö Adil. İyi votkanın içine cidarıyla birlikte limon ve portakal kabukları atılır, bir tutam biber ve bir nebze karanfil eklenir. Çalkalandıktan sonra ağzı kapalı küplerde günlerce bekletilir. Asla güneş görmemeli votka. Sonra göz kadehlerde servis edilir. Kadeh kristal, tepsi gümüş olmalı ve votka mutlaka minik bir tutam tuzla yutulmalı. Yani tuz dilin ucuna konur ve votka öyle içilir.”
Natasha’nın bölük pörçük anıları, sararmış kâğıtlar üstüne tutuğu dağınık notlar, o dönemin İstanbul’unun resmini çiziyor. Şimdiki İstanbul’un resmini de siz her gün görüyorsunuz. Bu iki resimden hangisi size daha çok keyif veriyor? Zaman saatinin geriye doğru çalıştığı konusunda siz ne düşünüyorsunuz?