Başka Türlü Bir Şey / http://www.baskaturlubirsey.com/
Zamanda yolculuk : Belarus
İstanbul'dan yola çıkalı yaklaşık 10 gün olmuştu ancak biz dünya turunda olduğumuz fikrine hala alışamamıştık. Bizi yıllık izinde olduğumuz ve bir kaç gün içinde Türkiye'ye geri döneceğimiz sanrısından kurtaran tek şey sırtımızdaki ağır çantalardı. Polonya'nın başkenti Varşova'da başlayan yolculuğumuzda, 8 saatlik bir tren yolculuğunun ardından gündoğumu ile birlikte Belarus sınırındaki Bialystok şehrine varmıştık, rotayı doğuya kırma zamanı gelmişti.
Bialystok'daki kısa şehir turumuzun ardından sınırın diğer tarafındaki Grodno'ya hareket etmek üzere yeniden istasyondaki yerimizi aldık ancak peronda bizi paslı ve boyası dökülmüş vagonlarla karşılayan trenin her halinden zamanda geriye yolculuk yapacağımız anlaşılıyordu.
Vagondaki yerimizi aldık ancak bu kez de büyük çantalarımızın ve tabi ki kirli sakallarımızın sebep olduğu meraklı, bir o kadar da şüpheci bakışların hedefi olmuştuk. Yolcular genellikle alışveriş için sınırın iki yakasında sıklıkla seyahat eden yaşlı insanlardan oluşuyordu ve muhtemelen daha önce Türkiye'den gelen biriyle karşılaşmamışlardı.
Yolculuk sınıra kadar gayet sessiz ve huzurlu devam etti ancak sınıra geldiğimizde ortalık hareketlenmeye başladı. Sınırdaki rutin yolcu trafiğine alışmış olan Leh polisi, farklı görüntümüzün ardından bir de Türk pasaportumuzla karşılaşınca çeşitli sorularla bizi ablukaya aldı ve tabi ki sorular arttıkça vagondaki bakışların miktarı da arttı.
Sınırın öte tarafında ise bizi daha zorlu dakikalar bekliyordu. Trenin sınırı geçmesinin ardından vagondaki yerini alan ve kontrollere başlayan mat yeşil üniformalı, büyük şapkalı ve ön iki dişinden biri altın diğeri gümüş olan polis memuru Rusça'dan başka dil bilmemesine rağmen bizimle ısrarla iletişim kurmaya çalıştı.
Nitekim devreye vücut dili girdi ve biz zor da olsa nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi anlatmayı başardık, ya da başardığımızı sandık. Bu sırada karşımızda oturan ve durumdan oldukça eğlendiği belli olan gençten duyduğumuz "Sizler çok ilginç insanlarsınız" cümlesi bize olan bu ilginin nedenini kısaca özetliyordu aslında.
Bizse rahattık, nasıl olsa pasaportumuz yine oldukça ilgi çekecekti ve pek çok soruya maruz kalacaktık, acelemiz yoktu dolayısıyla. Ağır hareketlerle çantalarımızı sırtlandık ve kuyruğun sonuna geçtik. Sonrasında da tüm bu koşuşturmacanın nedenini anlamamız uzun sürmedi. Belarus'a girişte pasaport ve bagaj kontrol işlemleri ciddi bir süre alıyordu ve tüm yolcular telaş içinde en önden yer kapmaya çalışıyorlardı.
Tüm işlemler yaklaşık 1,5 saat sürdü. İlerleyen günlerde, ülkeye giriş yapmak isteyen insanlardan kan bile alındığını öğrendikten sonra herşeye rağmen şanslı olduğumuza karar verdik.
İstasyon binasından çıktığımızda yepyeni bir ülkeyle karşı karşıyaydık. Şehirde geçirdiğimiz birkaç günün ardından şunu farketmiştik; sadece Polonya-Belarus sınırını geçmemiş, aynı zamanda 30 yıl geriye yolculuk yapmıştık. Sokakları epey eski troleybüsler, bakımsız arabalar ve Türkiye'den sonra ilk kez karşılaştığımız minibüsler renklendiriyordu.
Şehir oldukça dindar bir Hristiyan topluluğa evsahipliği yapıyordu ve buna bağlı olarak Ortodoks ve Katolik mimarisine ait kiliseler sıklıkla gözümüze çarpıyordu. Beyaz Rusya'nın en büyük kentlerinden biri olmasına rağmen şehirde önemli bir kalabalık görememiştik.
Doğal olarak bizi en zorlayan konu iletişimdi. Kimseyle anlaşamamanın da ötesinde şokaklardaki tabelalar bile en ufak birşey ifade etmiyordu bize. Ancak dünya turu yolculuğumuzun ilerleyen zamanlarında yeryüzünün bambaşka coğrafyalarında da benzer sorunlarla karşılaşacaktık ve iletişim sorununa ilk çözümü Belarus'da bulduk; zaman herşeyi hallediyordu. Günler geçtikçe biz alfabeyi öğrendik, çok zor da olsa yolumuzu bulmaya bile başladık.
Grodno'da geçirdiğimiz günlerin ardından yolumuzu daha da doğuya, kıta Avrupa'sını derinden sarsan 2. dünya savaşı sırasında yerle bir olmuş, sonra da uzun çabaların ardında yeniden inşa edilmiş başkent Minsk'e çevirdik. Minsk bizi tekrar 30 yıl ileriye, zamanımıza getirmişti. Geniş ve uzun caddeler, renkli dükkanlar, yemyeşil parklar ve şehrin tam ortasında uzun zamandır etrafı merakla izleyen büyük Lenin heykeli dikkat çekiciydi.
Bunlar dışında savaşı hasarsız atlatmış nadir yapılardan biri olan kırmızı renkteki St. Simon & Helen Katedrali de diğer yapıların arasında kolayca göze çarpıyordu. Denize kıyısı olmamasına rağmen nem ve sıcaklık miktarı oldukça yüksek şekilde seyreden Minsk'te şehrin merkezine inşaa edilen yapay bir göl en önemli ilgi merkeziydi.
Bu yapay göl üzerinde bir de küçük ada bulunuyordu ve bizim de dikkatimizi Gözyaşı Adası olarak adlandırılan bu ada çekmişti. Ada üzerinde 1980'lerde Afganistan'daki savaşa gidip geri dönemeyen askerler adına yapılmış bir anıt yer alıyordu ve anıt üzerindeki heykeller kaybolan bu askerlerin gözleri yaşlı annelerini temsil ediyordu. Minsk geçtiğimiz asırda 2 büyük savaş görmüştü, ancak daha fazlasını gören, yaşayan bu şehrin insanları acılarını şehrin ortasına kazımıştı.
Minsk'teki Gözyaşı Adası'nı karaya bağlayan köprü üzerinde bu şekilde yüzlerce kilit asılı. Aşklarını ölümsüzleştirmek isteyen çiftler köprünün korkuluklarına beraber bir kilit asıyorlar ve anahtarı da göle atıyorlar.
Yeniden yola koyulma vakti gelmişti artık, kendimizi daha ait hissettiğimiz yollar bizi yeniden harekete çağırıyordu. Bir an önce bu kez kuzeye doğru yol alıp Baltık ülkelerine doğru ilerlemeliydik. Erken saatlerde Litvanya'nın başkenti Vilnius'a doğru yol alan otobüste yerimizi almıştık.