Arzu ÖZEN / Instagram: @unitednaturesofarzu
Masallardan fırlamış gibi: Hallstatt
Baştan sona Avusturya'nın rüya kasabası Hallstatt... Bir trene bindim ve bambaşka bir diyarda indim. Bu dünyaya mı ait hala daha bilemediğim… Hani bir şarkı dinlersiniz de daha ilk dinleyişinizde dersiniz ya ‘bu şarkı tüm listeleri alt üst eder’ diye… İşte aynen öyle… Bu masal diyarı tüm listeleri alt üst etti bende. Gecesiyle, gündüzüyle, büyüsüyle, kasvetiyle…
İlk aşkım Kaliforniya benim. Kusurlarını bile sevdiğim ve her gün özlediğim… Bilirsiniz işte ilk aşk, ilk aşktır… Fazla söze gerek yoktur, o anlatılmaz, hatta anlatmaya kıyamazsınız, paylaşmak istemezsiniz o duyguları kimselerle, size kalsın istersiniz… O yüzden yazamadım hala daha oraları size… Sanki anlatırsam, yazarsam artık bana ait olmayacak diye… Kıskanırım.
Ama ya ilk aşktan sonrası… ‘Yeri dolmaz, onun gibisi olamaz’ dediğiniz aşktan hep daha da fazlasını hissedebilmek, her seferinde ‘bu sefer bambaşka’ demek… Bir soru… Yolumuza çıkanlar mı güzelleşiyor yoksa güzellikleri daha fazla hissetmeyi mi öğreniyoruz zamanla… İnsan aslında sevmeyi öğreniyor da, duyguların hep daha yoğun olmasını duyguyu yaşatana mı bağlıyor acaba…
Selam sevgili! Rüyalarda buluşacaksak eğer, yer olarak lütfen Halstatt’ı seçelim. Yakışır bence. Avusturya’nın, Yukarı Avusturya olarak bilinen Salzkammergut bölgesinde minnak bir köy Halstatt. Masallardan fırlamış gibi… Masala kahraman lazım dediler, gittim. Az gidilen yoldan gitmeyi ve hikâye okumayı değil de yazmayı sevenlerin her anını beynine kazıyacağı bir büyü Halstatt… Bana ilk görüşte aşkı hatırlattı…
Bakın, minnak kelimesini süslü olsun diye söylemiyorum, gerçekten minnak bir yer, bir ucundan diğer ucuna 2 saatte yürünüyor… O da en fazla 2 saat. Ama buna güvenip de ‘Halstatt’ı görmeye bir gün yeter, Salzburg’dan sabah çıkalım yola, akşama geri döneriz’ deyip de kafanızı dağlara taşlara vurmayın sonra… Turistseniz bir gün yeter, evet. Gördüğünüz yerlerin yanına check işareti atar dönersiniz akşama Salzburg’a. Ama daha önce çizilmiş, ezberlenmiş rotalardan değil de kendi yolundan gitmeyi sevenlerdenseniz keşfedecek çok şey var Halstatt’ta. Söylüyorum. 3 gün paşa paşa. Hadi o zaman ezber bozmaya!
Günübirlikçilere bir sözüm daha var, sabahını görmediğiniz, yanında uyanmadığınız bir aşktan ne anladık biz… Sabahları ne kadar depresif ve huysuz olsa da ;)
Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri… 7000 yıllık bir tarih, Geç Bronz Çağı’ndan, Erken Demir Çağı’na kadar neredeyse Avrupa’nın tamamını etkisi altına alan Kelt kültürüne adını veriyor. Nüfus 946. Bu rakam sanırım gündüzler için geçerli… Gece görün, sanki terk edilmiş bir hayalet kasaba… Sadece kuğular ve ördekler var… Bu arada Frankestein’in burada çekildiğini söylesem kasvet seviyesini anlatabilirim sanırım ;) Yine de çok romantik bir kasvet… Romantik kelimesi ilk kez geçiyor. Buraya dikkat!
Unesco’nun koruması altında olan yerlerden biri… 1997’de Unesco Dünya Kültür Mirası listesine eklenmiş. Evet, korunmalı kesinlikle, hatta aynı anda ayak basan selfie çubuklarının sayısı kısıtlanmalı. He, bir de taklitlerinden de sakınılmalı. Taklitler asıllarını yaşatırmış, o ayrı.
Çinliler burayı o kadar çok beğenmişler ki aynısından bir tane daha yapmışlar. 980 milyon dolara mal olmuş. Replika evler asıllarından daha pahalıya satılıyormuş. Çin malı hani ucuzdu? Fotoğraflarına internette bir bakayım dedim, inanamadım, birebir yapmış adamlar, resmen klonlamışlar. Guangdong Eyaleti’nde Huizhou Şehri’nde ikinci bir Halstatt var yani.
Çin’in taklit üretim konusunda bir dünya markası olduğu gerçeği karşısında bir kez daha saygıyla eğiliyorum. Ama anlamadığım şu, yapmışsın işte sen kendine bir tane, daha ne geliyorsun oradan taaaa Avusturya’ya… Öyle çoklar ki Halstatt’ta, sanırsınız resmi dil Çince.
Minnak diyorum, havaalanı yok. Ama Salzburg’dan arabayla gelebilirsiniz. Salzburg-Halstatt arası 73 km. Trenle de gelebilirsiniz 2,5 saatte. Ya da benim gibi ‘ben gözlerime inanamamak istiyorum’ derseniz süreyi biraz uzatsa da ortaya karışık bir ulaşım şekli çekip Salzburg-Halstatt arası görülebilecek her türlü doğa harikasını görebilirsiniz.
Salzburg’dan Bad Ischl’a giden 150 no’lu otobüse biniyorsunuz, yolda Alpler ve göller eşliğinde Heidi kıvamına geliyorsunuz. Fuschlsee ve Wolfgangsee göllerinde otobüs durunca, otobüs şoförüne en tatlı halinizle ‘abiiii bir fotoğraf çekip gelebilir miyim diyorsunuz?’ O da size tabi diyor, sonra arkanıza bir bakıyorsunuz otobüs gidiyor… La tatlıcı tombak, kullan bakalım yediğin o Avusturya tatlılarını şimdi yakıt olarak ;)
1 saat 25 dakikada gözleriniz tıka basa doyuyor. Bad Ischl’a varıyorsunuz. Buradan da trenle Halstatt’a geçiyorsunuz. O da 40 dakika kadar sürüyor. Hayatımın en hızlı 40 dakikası. Psikoloji derslerinde öğrenmiştik, örnekle anlatsalar o zaman, elimizden tutup bu trene koysalar daha iyi anlardık zaman algısının nasıl değişiklik gösterebildiğini.
Kuzum gölleri de gördün zaten, niye Halstatt’a direk otobüsle gitmedin ya da bir araba kiralamadın diye sorun. Elli kere in bin, nedir bu delilik… Çünkü kara yolu ile Halstatt’a giderseniz Halstatt ile ilk karşılaşmanız efsane olmuyor. Şöyle ki, Bad Ischl’dan bindiğiniz trenden inince Stephanie diye bir tekneyle (bizim Kadiköy-Karaköy seferi yapan motorlar gibi) Halstatter gölünü geçip Halstatt’a varıyorsunuz. 7-8 dakika sürüyor gölü geçmek.
Gölün üstüne çökmüş sise, hiç abartmıyorum, ellerinizle dokunabiliyorsunuz. Sağa sola itip sisi çekil bakayım deyip manzaranızın önünü açabiliyorsunuz. Ama otobüsle ya da arabayla gelirseniz tünelden geçiyorsunuz, duvar göre göre geliyorsunuz. Bolu’ya mı gidiyoruz Halstatt’a mı belli değil. Araştırıyoruz herhalde ruh hastasına bağlayıp en ince detayına kadar… Bendesiniz, rahat olun ;)
Peki, geldiniz Halstatt’a, nereden başlıyoruz? Bir kere günde üç kere gitmeniz gereken bir yer var. Ciddiyim, üç kere. Sabah güneş doğmadan 1 saat önce (hala soruyor musunuz neden tek başıma seyahat ediyorum diye) öğleden sonra 3-4 civarı ve güneş battıktan sonra menekşe saatleri ya da lacivert saatler dedikleri zamanda… Tam saat veremiyorum, mevsimine göre değişir, onu da zahmet olacak ama siz araştırın giderken ;) Nereye mi?
İşte buraya gençler… Google’a Halstatt yazdığınızda bu fotoğrafın günün çeşitli saatlerinde ya da farklı mevsimlerde çekilmiş halini görürsünüz. Ben bir gün, buraya fotoğrafçı kuzenim Banu kokoşun İstanbul’dan verdiği gazla kamp kurdum resmen. Çekiyorum ona yolluyorum, yok diyor olmamış diyor, o bana fotoğraf yolluyor bak böyle bir şey olması lazım diye. En sonunda çektiğim fotoğrafa ok verdi de, toparlanıp odama döndüm.
Gosaumuehlstrasse’de yer alıyor bu fotoğraf noktası, merkeze yürüyerek maksimum 10 dakika uzaklıkta bir yokuşta… Kendi navigasyonum kraldır ama tarif edemem, sorarsınız gidince. Sormanıza gerek bile kalmayabilir, kalabalığı da takip edebilirsiniz ;) Kime sorsan gösterir tabiri de buraya cuk oturur hani. Google’da ilk bu fotoğraf ve çeşitli versiyonları çıkıyor ama inanın Halstatt bu değil, hatta bu hiçbir şey değil. Neler var meraklısına… Aşka aşık olana...
İndiniz fünikülerden, 15-20 dakikalık bir yokuş yukarı yürüyüşle madene varıyorsunuz. 30 kmlik bir maden. Gezmesi 3 saat kadar sürüyor. 250 milyon yıl önce tuz gelmiş bu dağın içine, okyanus taşımış. İran’la Halstatt’ın aralarında rekabet varmış, arkeologlar kapışıyormuş İran’daki mi Halstatt’taki mi daha eski bir tuz madeni diye.
Madene girmeden önce size Amerikan filmlerinde mahkûmlara giydirilen çizgili kostümlerin çizgisizinden giydiriyorlar, neden diye sonra anlıyorsunuz. Ama içerisi de 2-3 derece olabildiğinden kendi kıyafetlerinizin üstüne giyiyorsunuz, yürüyüşünüz değişiyor haliyle kat kat giyinince… Başınızda bir rehber, anlata anlata ilerliyor, laf olsun diye anlatmıyor, gerçekten anlatıyor, insanda daha fazlasını öğrenme isteği uyandıran bilgiler veriyor. İçeride tren var, madenciler katmanlar arasında trenle ulaşım sağlıyormuş. Daracık bir tünelden bu trenle geçiyorsunuz, selfie çubuklarına aman dikkat ;) Gerçekten daracık, elleri kolları oynatmaya gelmez.
Burada çalışanların maden içi ulaşım için kullandıkları başka bir şey daha var… İki adet kaydırak… Azıcık eğlenelim dimi ama ;) Bu kaydıraklardan biri 64 metre. Giydiğim çizgisiz mahkûm kostümü de kaydırak için, sanki yeterince hızlı kayılmıyormuş gibi, bu kostümün kumaşı tutunmayı azaltıyormuş… Ahşap bu kaydıraklar, daha yanına yaklaşmadan parıl parıl parladığını görüyorsunuz. Ne geliyor belli yani… Rehber uyarıyor, ağzınızı burnunuzu kırmak istemiyorsanız, ayaklarınızla fren yapmaya kalkmayın, yüz üstü çakılır, suratı dağıtırsınız diyor. Daha tatlı tatlı diyor ama ;) Koy verin gitsin diyor. Biz de öyle yapıyoruz, çığlık çığlığa… Ayakları yerden kesip elleri de bırakınca saniyeler içinde bir alt katmandasınız. Bizim parklardaki kaydıraklar gibi düşünmeyin, ittir ittir bir türlü kayamazsınız onlarda;) Evet, bu yaşta kaydırağa hala biniyorum. Bir de hızölçer var, fotoğrafınızı çekip veriyorlar. Ben 28,5 km hızla gitmişim kaydırakta. Çocuklar gibi şen miyim neyim ;)
Rehberimiz pek bir espriliydi, 3 saattir içerdeyiz, susuzluktan kurumuşum, aldığımız oksijende zaten tuz var, daha da bir susatıyor. Bir musluktan su akıyordu, rehber, susayan varsa bu sudan içebilir dedi. Oradaki en sarışın olarak daldım resmen suya, kana kana içiyorum. Su tuzlu çıktı;) ama ne tuz… Su mu tuzlu, tuz mu sulu belli değil… Kız isteme merasiminde kahvesine tuzu doldurduğum Mert eniştem, affet hocam ya…
Çıktınız tuz madeninden, sizi bekleyen bir manzara var füniküler istasyonuna yakın. Ama ne manzara, tescilli zaten. Welterbeblick World Heritage View! İsimdeki havaya bakar mısınız?! Dünya Kültür Mirası Manzarası! Alpler ve Halstatter Gölü’ne bakıyor, bakan bakakalıyor.
Bu restoranın hemen önünde, uçurumda, skywalk dedikleri, bir manzara izleme platformu var, üçgen şeklinde… Olağanüstü bir manzaraya karşı Titanic yapar gibi hissediyorsunuz ucuna gidince. Evet, buraya da kilitleri takmışlar, ümit hiç bitmiyor ;)
Manzaraya doydunuz mu? Doymadıysak buradayız daha. Acele yok, amaç check atmak değil yapılacaklar listesine, amaç yaşamak, kalbe kaydetmek… Zor da olsa bırakmak lazım arada kamerayı bir kenara, hayatı kameranın ekranından izlememek için… Lensle değil gözlerle görebilmek için… Hem bazı anlar kişiye özel kalmalı öyle değil mi… Kimse görmemeli, sadece ben görebilmeliyim aynı kareyi gözlerimi kapadığımda yıllar sonra bile… Evet, sizden sakladığım şeyler var :)
Old Town ya da Market Square dedikleri köy meydanına döndüğünüzde gördüğünüz evleri yemek isteyebilirsiniz. Şeker gibi… Çiçekli, neşeli... İnsanın lala lala laaaa laaaa diye tek ayağının üstünde seke seke koşturası geliyor. Bu pazar yerinde hediyelik eşya alabileceğiniz dükkânlar, minnoş kafeler, Halstatt müzesi, Kutsal Üçleme (Holy Trinity) heykeli ve her fotoğrafta gözüken Evangelical kilisesi var. Meydanın güzel ve turistten arınmış bir fotoğrafını çekmek istiyorsanız, sabah uykunuzdan baya bir fedakârlık etmeniz gerekiyor.
Ne alabilirsiniz bu hediyelik eşya dükkânlarından? Magnet Allah’ın emri zaten. Onun dışında tuz madeninden dolayı tuzla ilgili birçok şey satılıyor; tuzluklar, süslü kaplarda tuz, banyo tuzu, tuzdan yapılmış deodorant… Maislinger adlı on numara bol yıldız fırın- kafeden alın kahvenizi ve tatlınızı, sokaklarda serserilik yapın, baldan tatlı şirine dükkânların arasında kaybolun… Maislinger hem kafenin hem şefin adı, tatlıcı tombaktan selam götürün kendisine ;)
Sokaklarda gezerken hayran kalmamak mümkün değil, doğayı kullanarak sanat yapmışlar, hatta felsefe bile yapmışlar, ya da ben onu görmek isteyen gözlerle mi baktım acaba;) Çoğu evin önünde hayat ağacı var, hani son yıllarda kolyesini takmanın moda olduğu ağaç figürü var ya o işte… Burada evlerin önünde canlısı var. Bu figür Türk, Hint, Çin ve Mısır medeniyetleri başta olmak üzere birçok coğrafyada kendine anlam kazanmış ve yer etmiş bir figür. Yaşamı, canlılığı ve yenilenmenin gücünü, insanın bu dünyada iz bırakma amacını ve aileyi simgeliyor. Halstatt’a ne de çok yakışıyor.
Hani şu internette karşımıza milyon kez çıkan ölmeden önce filan falan listeleri var ya, işte bu sefer tam üstüne bastık. Ölmeden önce görülmesi gereken Avrupa köyleri arasında Halstatt çoğunlukla ilk 3’te oynuyor. Hakkıdır. Ölmeden önce görülmesi gerekiyor evet de görünce de insanın burada ölesi geliyor. Onu ne yapacağız?
Ölümle barışık birçok şehirde mezarlıkların güzelliğine hayran kaldığım oldu daha önce de… Ölümle barışık olmalarını, mezarlarının etraflarını duvarlarla kapatmamalarını ve ölümle hayatı bir arada tutmalarını hayranlıkla karşıladım ve hayattayken yaşamanın hakkını vermelerine ya da hayata bağlılıklarına bağladım… Kahvemi alıp gittiğim keyifle oturduğum mezarlık çok oldu, hem de içim açıla açıla… Ama Halstatt’taki kadar romantik bir mezarlık hiç görmedim daha önce…
Ve romantik kelimesi bakın ikinci kez geçiyor. Evet, resmen romantik. Burada ölünmez ki, olsa olsa evlenme teklifi filan edilir… İnsanın burada ölesinin gelmesinin tek sebebinin bu muhteşem manzaralı mezarlık olduğunu da sanmayın… Hazırsanız bombayı bırakıyorum kucağınıza!
St. Michael Şapeli’nin hemen yanında ve Halstatt mezarlığının arka tarafında insanın gerçek olduğuna inanmakta baya bir süre zorlanacağı bir oda var. Kimisi müze diyor buraya. Ve bu odada 1200’ün üzerinde kafatası, hemen altlarında da kemikler var… Hepsi gerçek… Kollar, bacaklar öylece duruyor orada. 1200 kişilik bir mezarlık 10 m2 lik bir odada. Bone House ya da Charnel House orijinal adı, Türkçe’si dublajlı film travması yaratıyor ama Kemik Evi olarak biliniyor.
Korku filmi seti gibi, ama bir yandan da hiç öyle değil. Ürktüm mü ürkmedim mi, girsem mi içeri girmesem mi diye gelgitlerimle boğuşurken kafayı hafif içeri uzattım, ayaklarım dışarda, bir baktım bir amca dua okuyor içerde, üstünde kırmızı bir gülün olduğu bir kafatasına…
Şaka gibi geliyor kulağa biliyorum, ama değil. Ve çok da mantıklı bir açıklaması var. 12. yy’den beri devam eden bir uygulama bu. Halstatt’ta mezarlık alanı çok küçük olduğundan ve onu genişletebilecek yer olmadığından, insanlar öldükten 10-15 sene sonra mezarları açılıyormuş, iskeletleri çıkarılıyormuş, birkaç hafta güneşte bekletiliyormuş, çürüme izleri yok olsun diye, sonra cilalanıyormuş, sonra da kafataslarının üzerlerine aile isimleri ve ölüm tarihleri yazılıp çeşitli çiçek desenleri yapılıp bu odaya konuyormuş. Halstatt’ta cesedinin yakışıklı görünmesi için genç ölmeye gerek yok yani. Ama ben ortanca ve ayçiçeği severim ona göre, gül çizmeyin kafama, hortlarım valla ;)
Bu odaya en son kafatası 1995 senesinde konulmuş. 1983’te ölen bir hanımefendinin kafatası, resimde sağ taraftaki altın dişli olan. Hala daha nadir de olsa bu uygulama devam ediyormuş, bazı insanlar vasiyetinde kafataslarının ve kemiklerinin doğru zaman gelince mezardan çıkarılarak bu odaya konmasını istediklerini yazıyormuş, ama artık ölü yakma ve küllerini saklama daha çok uygulanıyormuş. Aklıma şu geliyor, madem mezardan çıkardık, süsledik, püsledik, o zaman herkes kendi ailesinin kemiklerini ve kafataslarını evinde de muhafaza edemez mi?
Çok yürüdük, çok gezdik, acıktık tabi… Ne yemeli Halstatt’ta? Bence alabalık kesinlikle yenmeli, gölün suyu içme suyu gibi olduğundan, lezzet ağlatıyor. Bu alabalıksa benim daha önce yediklerim neydi! O derece pamuk… Her yerde yiyebilirsiniz bunu bence, göl aynı göl sonuçta, taze taze yakalayıp getiriyorlar. Bir de bal kabağı çorbası önereceğim, şu an nasıl canım çekti anlatamam, kıvranıyorum. Bunu da yiyebileceğiniz tek bir yer var Halstatt’ta, o da Heritage Otel’in restoranı…
Birası da meşhur Halstatt’ın… Das Bier adı. Çok olağanüstü bir tarafı yok ama işte maksat denemek. Ondan sonraciğima, Türk mutfağını özledim diyenlere de bir sürprizi var Halstatt’ın. Feribot iskelesinin hemen orda bir kebapçı var, Karmez Kebap… Sahibi Türk bir bey…964 kişilik bir köyde gel sen kebapçı aç… Açtın hadi bir de kar et baya baya! Vay arkadaş… Yemek konusunu burada kapayacağım izninizle, iştah açmaya gerek yok şimdi ;)
Halstatt’ta yapılabilecek bir başka düşman çatlatırcasına romantik hareket elektrikli bot kiralayıp gölde dolaşmak… 3 etti romantik. Bunu yapabilmeniz için Haziran-Ekim arasında gitmeniz gerekiyor. Elektrikli botlar bu tarihler dışında hizmet vermiyor ama bu tarihler arasında gitmiyorsanız da dert değil çünkü Halstatt meydanı ve tren istasyonu arasında toplu taşımacılık yapan tekneler var, Halstatt’a trenle gelirseniz bu teknelere bineceğinizden zaten göl turu yapmış oluyorsunuz. Gölün yerleşim olmayan kısmında izole olmuş şatomsu, sarayımsı bir ev göreceksiniz. O da özel mülkiyetmiş.
Sokaklarında yürürken, alışveriş yaparken, kahvenizi içerken size sürekli eşlik eden bir melodi var Halstatt’ta… Ben önce nereden geldiğini anlayamadım bir türlü… Aradım da baya nereden geliyor diye… 2. gün bulabildim, tesadüfen kafayı kaldırdığımda… Bir baktım orada… Waldbuchstrub Şelalesi masal gibi akıyor orada…
Buraya kadar gelip de Echerntal vadisindeki romantik yol olarak bilinen Echerntalweg rotasını yapmadan olmaz bence. Etti mi 4. romantik… Başladığınız noktaya geri döndüğünüz, 2 saatlik kolay bir trekking rotası… Etrafınıza alın kuzuları ve sonbahar renklerini, buzul göllerini yürüyün Waldbach nehri boyunca… Doğaya doyun…
Ne şairler ne şiirler yazmış bu yolda… Ne tablolar çıkmış ortaya… İsim ver Arzu derseniz veremem, araştırdım ama bulamadım ya… Öyle anlatıyorlar işte oralarda bu romantik yolu. 5 oldu. Belki de bu sadece romantikliğe bir vurgu 6...
Burası öyle romantik (7) bir köy ki insanlar Avrupa’nın nerelerinden sırf buradaki kilisede evlenmeye geliyorlarmış. Kilise için mi yoksa gölde bu pozu vermek için mi geliyorlar bilemem artık. Çok tatlısınız, hay maşallah tabi ama böyle havalı evlenilir mi etrafta o kadar çok turist varken, çok pis nazara geldiniz gençler benden söylemesi, bir kurşun döktürün derim ;)
8 olacak şimdi ve siz hala inanmadıysanız buranın romantik bir yer olduğuna, hala kasvete takılı kaldıysanız bu anlatacağımdan sonra inanacaksınız ;) Hastalandım bir gece, dizim tuttu, arada tutuyor işte yıpranma payı, otel doktoruna gittim, sabah bir uyandım, kapımda dünya güzeli, yapraklarını ‘açtım kollarımı sarıl’ dermiş gibi kocaman açmış bir gül, geçmiş olsun dileklerimizle diyor, otel yönetimi… Daha ne desin… Bir otel daha ne kadar tatlış olabilir!
Ve bu seyahatin benim içim şampiyonu olan Gosau Lake’e merhaba diyelim. Gölün arkasına heybetle yerleşmiş Dachstein Buzulu ve onun göle kusursuzca yansıması bile buraya gelmeye değer ama inanın bundan fazlası var… Halstatt’ın 15 km batısında kalan bu doğaüstü yere otobüsle de gidiliyor ama gerek yok bence kasmaya, küçücük köy zaten, insanlar da aşırı misafirperver ve sıcakkanlı, otostop çektim ben, sohbet ede ede gittik, rahat olabilirsiniz bence.
Bu kartpostal tadında gölün etrafında sonbahara vurula vurula 1,5 saatte yürüyebilirsiniz. Huzur tanımınız değişebilir. Şansınıza rüzgâr da yoksa göle baktığınızda kafayı hiç kaldırmadan dağların her detayını görebilirsiniz. Eskiden arabalar da bu yola girip gölün etrafında tur atabiliyormuş ama sonra 4 Haziran 1971 de yaşları 26,22 ve 20 olan üç genç minibüsle buradan göle uçmuşlar ve maalesef ölmüşler, sonrasında araba girişi yasaklanmış. Bu gölle ilgili beni en çok etkileyense bir tabelada ‘’Pantha Rei’’ yazıyor olmasıydı…
Bu kadar anlattım hala anlatıyorum, siz inanır mısınız artık 1 günde biter Halstatt dediklerinde? Buraya kadar gelmişken Halstatt’a 15 dakika mesafede Obertraun bölgesine gitmemeniz günah yazar. Peki, ne var Obertraun’da? Atlıyorsunuz fünikülere 1. durakta iniyorsunuz önce. 2 tane mağara var, biri Dachstein Ice Cave (buzul mağarası) , fünikülerden indikten sonra 20 dakikalık bir yokuşu çıktıktan sonra mağaranın başlangıcına varıyorsunuz. Diğeri de Mammoth Cave (normal mağara işte bu da), fünikülerden iner inmez sağınızda kalıyor.
Dachstein Ice Cave açıkçası pek bir şeye benzemiyor, beklentiyi düşük tutun, Halstatt’ta yapıp da burun kıvırdığım tek şey buydu. Adının buz mağarası olduğuna bakmayın, normal mağara, biraz da buz var bazı yerlerinde işte 9 metre boyunda garip gurup şekiller… 2.7 kmlik bir mağara, ama 1 kmlik kısmını gezebiliyorsunuz, mesafe az ama 2 saat sürüyor, gezerken de 588 adet merdiven basamağı çıkıyorsunuz. Mağaranın kendisini doğanın döngüsü içinde yenileyebilmesi için, merdivenler her sene Ekim sonu sökülerek mağara Nisan ayına kadar ziyarete kapanıyormuş.
Nisan ayında da merdivenler yeniden takılıyormuş. Bu sökme takma işlemi toplamda 2 ay kadar sürüyormuş. Bu mağara ile ilgili kalbimi hızlı attıran tek şey Ağustos ayında içeriye piyano taşıdıklarını ve klasik müzik konserleri verdiklerini duymak oldu. Nabzım direk 130. Ağustos’ta tekrar görüşür müyüz acaba… Mağarada klasik müzik konseri, atın üstünüzden kaz tüylerini beyler, lütfen smokinli ;)
Fünikülerden indikten sonra yarım saat kadar süren kolay denebilecek bir hike ın sonunda Krippenstein dağında Five Fingers denilen her biri 4 er metre uzunluğunda beş parmaklı bir gözlem platformu var, 2108 metrede ve skywalk usulü, her zamanki gibi uçurumun üstünde. Bu beş parmağın bir tanesi camdan yapılmış, diz titreten, yürek hoplatan bir durum. Aşağıda hem Halstatter gölünü hem de Salzkammergut bölgesinin iç kısımlarını görebiliyorsunuz.