Başka Türlü Bir Şey / http://www.baskaturlubirsey.com/
Bilinmeyenden korkmak
Dünya turuna başlarken ikimizin de kafasındaki düşünce aynıydı, Avrupa kolay lokmaydı, daha önce gitmiştik, görmüştük, biliyorduk. Asıl hikâye Rusya'da başlayacaktı, korkumuz bilmediğimizle ilgiliydi. Rusya hakkında o kadar çok şey duymuştuk ki, her şeye dikkat etmemiz telkin edilmişti, özellikle de polislere. Estonya'nın başkenti Tallinn'den ayrılmaya hazırlanırken sınırı mutlaka gündüz saatlerinde, daha tekinken geçmeyi istiyorduk ancak Estonya'dan Rusya'ya giden tüm otobüsler geceyi tercih edince kendimizi gecenin bir yarısı dikenli tellerle çevrili bir köprü üzerinde, Estonya - Rusya sınırında bulmuştuk. Belarus’a girmemizin 1,5 saat sürdüğü düşünülürse Rusya sınırında başımıza neler geleceğini kestirmemiz imkânsızdı.
Baltık başkentlerinin birer birer geçiyorduk. İlk durağımız olan Vilnius’tan dört buçuk saat süren bir otobüs yolculuğuyla ikinci durağımıza, Letonya'nın başkenti Riga'ya ulaştık. Kalacağımız evin sahibi otobüs garında bekliyordu bizi. Bir taraftan eve doğru yürüyüp bir taraftan da hızlıca birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Kanepe Sörfü’nün alışıldık ilk dakikalarıydı bunlar. Ev sahibimiz Türk kültürünü çok sevdiğini ve daha önce dört kere İstanbul'a geldiğini söyleyip bizi oldukça şaşırtmıştı.
Eve vardığımızda buranın kaldığımız diğer yerlerden oldukça farklı olduğunu gördük; ortak apartman olarak adlandırılan Sovyet tipi bir yapıydı burası. Her katta ortak banyo, tuvalet ve mutfağın bulunduğu, insanların 2 göz odada yaşadığı apartmanın büyük giriş kapısını açıp, karanlık rutubetli merdivenlerinden daireye ulaştık. Her adım atışımızda gıcırdayan ahşap zemin koridordan kalacağımız odaya geldik. Otobüs yolculuğunun yorgunluğunu atmak için güzel bir uyku yetecekti.
Ertesi sabah Riga sokaklarına attık kendimizi. Riga oldukça eski bir maziye sahip, önemli bir liman şehriydi, Vilnius'a göre daha büyüktü ve Baltıkların da merkezi konumundaydı. Ancak önceden gemilerle getirilen yüklerin depolandığı hangarlar günümüzde bambaşka amaçlar için kullanılıyordu. Yeniden düzenlemelerin ardından bu binalar Jazz kulübü, restoran ve kafelere dönüştürülmüştü. Duvarlarında grafitilerin eşlik ettiği bu taş sokaklarda dolaşmak ruhumuzu dinlendirmek için birebirdi.
Riga'da geçirdiğimiz iki geceden sonra son Baltık başkentimiz Tallinn'e doğru yol aldık. Tallinn'de geçirdiğimiz günler genel olarak sakin ve sessizdi, aklımız Rusya'daydı artık. Tallinn sakin ve dingin bir kent olarak yer etti aklımızda. Şehir Baltık denizi kıyısına kurulmuştu ve tarihi dokusu mümkün olduğunca korunmuştu. Rus kültürünün de etkisiyle özellikle eski şehirde çok sayıda katedral bulunuyordu. Dikkatimizi çeken en önemli detay ise dille ilgiliydi; Estonca Türkçe ile aynı dil ailesinden geliyordu. Bu yüzden Türkçe ile kimi benzerlikler görmek oldukça şaşırtıcı olsa da son derece doğaldı.
Vize süremizi de göz önüne alarak çok oyalanmadan Rusya'ya doğru yol almaya karar verdik. Çantalarımızı yine sırtlandık ve sabah saatlerinde otobüs istasyonunda yerimizi aldık ancak sınırın birkaç saat öte yanında bulunan St. Petersburg'a giden sadece 2 otobüs vardı ve her ikisi de akşam saat 9'da hareket ediyordu. Başka çaremiz yoktu, sınırı gece geçecektik. Yola çıktıktan yaklaşık 5 saat sonra sınıra ulaşmıştık.
Estonya'da pasaportlarımıza çıkış damgası basıldıktan sonra otobüsümüz yeniden hareket etti. Dikenli tellerle çevrili bir yolu ve Estonya - Rusya sınırı olduğu kolayca anlaşılabilen bir nehri ağır ağır geçtikten sonra Rusya sınırına geldik. Nehrin üzerindeki köprünün girişinde bizi Latin harfleri uğurlarken köprünün bitiminde Kiril alfabesi bizi karşılamıştı. Biz otobüsten inip donuk, mat renkli binaya doğru ilerlerken otobüsümüz Rus polisince aranmaya başlamıştı bile. Ancak hiçbir şey korktuğumuz gibi olmadı. Sıkıntılı ve uzun geçeceğini düşündüğümüz pasaport işlemleri 3 dakika kadar sürdü ve tekrar otobüsteki yerimizi aldık. Korkuya esir düşmenin anlamsız olduğunu bir kere daha görmüştük.
Yaklaşık birkaç saat sonra Rusya İmparatorluğu’na 200 yıldan fazla başkentlik yapmış, Petrograd ve Leningrad olarak anılmış, Deli Petro'nun şehri, St. Petersburg’da ulaşmıştık. Ev sahibimiz bizi karşıladı ve kalacağımız eve götürdü. Yorgunluğumuza rağmen oyalanmadan şehri keşfetmek üzere dışarı çıktık, yepyeni bir şehir bizi bekliyordu. Türklerin Deli Petro, Avrupalıların ise Büyük Petro olarak andığı zamanın Rus Çarı, Baltık denizinin kıyısındaki bataklığa ihtişamlı bir şehir kurarak ne kadar deli ya da büyük olduğunu tüm dünyaya kanıtlamıştı adeta.
Binlerce işçinin görev aldığı inşaat çalışmalarında asıl pay sahibi İtalya’dan davet edilen mimarlar olduğunu öğrendik. Nitekim St. Petersburg bu yüzden Avrupa'ya benzeyen belki de tek Rus şehri olarak anılıyordu günümüzde. Şehrin merkezinden geçen Nevskiy Caddesi şehrin adeta can damarıydı. Şehri ikiye ayıran Neva Nehri'ne bağlanan kanallarla kesişen bu caddenin sonunda bir de zafer anıtı gözümüze çarptı. Bu anıt 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlara karşı kazanılan zafer anısına dikilmişti ve anıta bakan binaların bir tanesinin tepesinde de Rusça “Kahraman Şehir Leningrad” yazısı dikkat çekiyordu.
Neva Nehri'ne ait kanalların oluşturduğu adacıklar birbirlerine köprülerle bağlıydı. Bu köprüler saatler gece 01.30'u gösterdiğinde açılıyor ve Baltık denizinden gelen gemilerin şehrin içlerine kadar girmesine olanak sağlanıyordu. St. Petersburg'daki en özel an da bu olmalıydı. Zira pek çok kişi köprülerin açılmasını şampanyalar eşliğinde bekliyordu, öyle ki tur şirketleri tekne turları düzenleyip insanların bu anı daha yakından izlemesini sağlıyorlardı.
Öte yandan şehrin ihtişamlı katedrallerinin Avrupa'dakilerden oldukça farklı olduğunu fark etmiştik. Kazan Katedrali ve St. Isaac Katedrali bunlar arasındaydı. Ancak ihtişamın asıl sahibi, kentin en büyük meydanı olan görkemli Dvortsovaya üzerinde yer alan ve 3 milyon esere ev sahipliği yapan Rusya'nın en büyük müzesi Hermitage’dı.
Petro'nun saraylara olan düşkünlüğünün bir kanıtı olan bu bina uzun yıllar boyunca çarın kışlık sarayı olarak görev yapmıştı. Tabi Petro'nun bir de Petergof olarak bilinen yazlık sarayı bulunuyordu. Baltık denizinin kıyısına kurulmuş bu saray özellikle bahçesiyle ve çeşmeleriyle bizi çok etkilemişti.
St. Petersburg'daki günlerimiz sona erdiğinde, artık korkularımızı birer birer geride bırakarak yola devam ediyorduk. Artık doğuya doğru olan yolculuğumuz başlamıştı ve St. Petersburg bize korkularımızın gereksizliğini bir kez daha hatırlatmıştı. Yönümüzü şimdi Rusya'nın başkenti Moskova'ya çevirmiştik. Dünyanın en önemli kentlerinden olan Moskova bizim için apayrı bir önem taşıyordu çünkü dünya turumuzun en beklediğimiz deneyimlerinden biri olan Trans Sibirya Ekspresi günlerce sürecek olan yolculuğuna Moskova'dan başlayacaktı.