Başka Türlü Bir Şey / www.baskaturlubirsey.com
Başka türlü bir dünya turu hikayesi başlıyor!
Aslında tam o anda evde tembel tembel televizyon izliyor olabilirdik. Elimizde birer bardak çayla koltuğa kurulmuş olur, kahkahalar eşliğinde laflardık bir yandan. Muhtemelen güzel bir yemekten yeni gelmiştik, hatta en iyi arkadaşlarımız da etrafımızdaydı. Bundan keyifli bir akşam olmazdı ki zaten. İyi de o zaman bize eski, paslı bir bıçak sallayan ve tüm paramızı isteyen bu adamların karşısında ne işimiz vardı? Üstelik dünyanın öbür ucunda, Türkiye’den kilometrelerce uzaktaki Brezilya’da.
Çalıştığımız şirkette tanıştığımız günden beri bizi ortak paydada buluşturan bir dürtüye sahiptik her ikimiz de: merak ediyorduk. Başka yaşamları, başka kültürleri, başka insanları tanımak, görmek, öğrenmek istiyorduk. Korkularımızın eşlik ettiği ilk seyahatlerimiz böyle başlamıştı. Bilmediğimiz herşeyden çekiniyorduk. Önce Türkiye içinde başladık yolculuklara. Her bir yolculukta yeni şeyler öğreniyor, korkularımızın yersiz olduğunu farkediyorduk. Eve her döndüğümüzde diğer seyahatin hayalini kurmaya başlıyorduk. Nitekim bir süre sonra hayaller sınırların dışına taştı.
Senelik iznimizde yapmaya karar verdiğimiz ilk yurtdışı seyahatimizi aylar boyunca dakikası dakikasına planladık çünkü sınırların ötesinde bilmediğimiz şey çoktu, dolayısıyla korkularımız da öyle. Avrupa’yı bir ülkeden diğerine trenle katederken gördüğümüz her şey, tanıştığımız her insan hem vizyonumuzu biraz daha geliştirdi hem de korkularımızdan sıyrılmamıza yardımcı oldu. Seyahatin ilk günlerinde havanın kararmasıyla hızlıca kaldığımız yere dönen de bizdik, seyahatin son günlerinde gecelerini sokaklarda dolaşarak geçiren de.
Biraz olsun doygunluk hissedeceğimizi düşünürken, kucağımızda yepyeni hayallerle dönmüştük ülkeye. Daha çok merak ediyorduk, daha çok soru sormaya başlamıştık. Nedensiz önyargılarımız, bilinmeyene ait korkularımız yerlerini denemeye, öğrenmeye, eğlenmeye bırakmıştı.
Bulabildiğimiz her boşluğu, kullanabildiğimiz her izni yeni şehirleri, yeni ülkeleri keşfetmeye ayırır olduk. Nitekim Türkiye’ye sığmayan hayallerimiz bir süre sonra Avrupa’ya da sığmaz oldu: Güney Amerika’ya gitme fikri önce zihnimizde, sonra konuşmalarımızda, sonra da planlarımızda kendine yer buldu.
Bizi Rio de Janeiro’ya götüren uçak oldukça uzun bir yolculuğun ardından havalimanına indiğinde yeni bir mevsime, yeni bir ülkeye, yeni bir kıtaya adım atmıştık. Her yolculukta olduğu gibi yine sırtçantamızda taşıdığımız ve her eve dönüşte çantada daha fazla yer kaplayan hayallerimiz artık korkularımızdan da büyüktü.
Uzun zamandır merakla beklediğimiz Güney Amerika’daki yolculuğumuzun henüz ilk durağında ve sadece 2. günündeydik. Atlantik okyanusu kıyısında dolaşırken dikkatimizi sahilde neşeyle top oynayan gençler çekmişti ve sonrasında içimizdeki futbol ateşinin bizi dünyanın en meşhur stadlarından Maracana’ya çekmesine engel olamamıştık.
Stat çıkışında yönümüzü metroya doğru uzanan yaya köprüsüne doğru çevirmiştik ki, önümüzü çıplak ayaklı 2 genç kesti. Tek kelime bile anlamıyorduk söylediklerinden, ancak ellerindeki bıçak binlerce kelimeden daha net açıklıyordu ne istediklerini. Neyse ki tüm değerli eşyalarımız kıyafetlerimizin altındaki gizli cüzdanlarda olunca, sadece ufak bir kayıpla atlattık tehlikeyi, fotoğraf makinemiz artık Brezilya sokaklarında yepyeni ellerde olacaktı. Bizse her ihtimale karşı getirdiğimiz epey eski makinemizle yola devam edecektik.
Daha yolculuğumuzun başında yaşadığımız bu tatsız olayın hayallerimizin önüne geçmesine izin veremezdik. Bıçaklı gençlerin yanımızdan ayrılmasının ardından yeniden arkamızı döndük ve metroya ilerledik. Güney Amerika yolculuğumuz daha yeni başlıyordu.
Kıtada geçirdiğimiz 15 günde yepyeni insanlar tanıdık, pek çok şeye tanık olduk. Copacabana ve Ipanema gibi dünyaca ünlü plajların yanında oldukça tehlikeli gecekondu mahallelerine de evsahipliği yapan Rio de Janeiro’yu gezmekle kalmadık, orada tanıştığımız bir Brezilyalı’nın davetiyle bir samba okulunun gece gösterisine de katıldık. Fakirinden zenginine, yediden yetmişe herkesin sabaha kadar müzik eşliğinde dans ettiği gecede biz de Türk danslarında esintiler sunmayı ihmal etmedik.
Rio’daki günlerimizin ardından yönümüzü çevirdiğimiz Iguazu’da dünyanın en görkemli şelalesinden birine yolculuk yaptık. Yağmur ormanlarının arasından şelaleye doğru ilerlerken renk renk kelebekler, kuşlar, maymunlar ve hatta timsahlarla göz göze geldik, irili ufaklı onlarca şelale bizi hayrete düşürdü.
Iguazu sonrası gittiğimiz Puerto Madryn’de deniz aslanlarının yaşadığı bir koyda bulduk kendimizi. Yüzlerce iri deniz aslanının çıkardığı sesleri ve hareketlerini doğal ortamında sessizce izlerken aniden beliren balinayı şaşkınlıkla karşıladık.
Avdan dönen penguenlerin karaya ok gibi fırlayıp çıkışını, sonra da paytak adımlarla yuvalarına ilerleyişini izledik saatlerce.
Ardından Şili ile Arjantin arasında bulunan büyük Perito Moreno buzulunu izlemek üzere El Calafate’ye doğru yola koyulduk. Buzul adeta canlıydı. Hareket ediyor, sesler çıkarıyordu. Şili'den Arjantin'e doğru kayan kocaman bir buz kütlesiydi Perito Moreno. Buzul sıkıştıkça da heybetli sesler çıkarıyordu.
Karlı dağlarla bizi karşılayan Ushuaia şehrinde hem deniz aslanları, albatros kuşları ve sevimli Macellan penguenlerini hem de dünyanın en güzel doğal parklarından Tierra Del Fuego’yu görme şansımız oldu. Ancak bizim aklımızı başımızdan alan şey dünyanın en güneyinde olma duygusuydu. Gelmiştik, daha bir kaç sene önce kendi ülkesini bile tanımayan iki arkadaş, şimdi Güney Amerika’nın sonuna ulaşmıştık.