Paylaş
Bugün Anneler Günü, gazetemiz Hürriyet’in “seyahat eki” ekibiyle bu haftaki yazımı konuşurken, gazeteden genç ve kibar arkadaşımız Yücel Sönmez, şöyle dedi, “Ayhan Bey, bu pazar Anneler Günü, annenizle seyahatlerinizi yazsanıza. ” Annemle seyahat çok keyiflidir ama yorucudur. Dünyanın en meraklı kadını. Bir keresinde Londra’da parkta “punk”larla otururken bulduk annemi. Her iki tarafta çok mutlu idiler ve sohbet ediyorlardı. “Giyimleri ve saçları biraz değişik ama çoook iyi çocuklar” demişti unutamıyorum. New York yıllarımızda bizde misafir; elinde uzun bir alışveriş listesi var. Tüm arkadaşlar, akrabalar, banka müdiresinden tutun, bankada çalışan kızlara, ona her gün kapıyı açan güvenliğe kadar, noter bey ve katip kızlar, kapıcı, karısı ve kızları, postacı, avukat ve tüm büro, vesaire. Evimiz 91’inci sokakta ama 96’ıncıda Harlem başlıyor.
O seneler pek gidilmez 96 ve yukarısına. Tembih ettik; “Anneciğim 1’inci caddeye çıkınca sakın sağa dönmeyin, beş sokak sonra arapların mahallesine girmiş olursunuz, (kara derililere eski Osmanlı geleneği hala “araplar” derdi). “Valla araplar sizi kıtır kıtır keser” filan... Günler sonra tuhaf alışverişlerle eve dönmeye başladı. Bir gün takip ettik, sen her gün Harlem’e git, 125’inci sokaktaki pazar yerini bul, bununla da kalma tüm Harlem ile can ciğer kuzu sarması ol… “Çok sempatikler hem de pazarlık bile ediyorlar” demişti.
Annem’i Harlem’e bile sürükleyen ve benliğinde hiç sönmeyen seyahat ateşi tamamen “merak” ile ilgili. Çok meraklı bir kadın idi. Kendine arkadaş grubu ayarlar, yurt dışına hatta uzakdoğulara kadar seyahate çıkardı. Sınır ötesi olmasa da tüm kadınları organize eder, İstanbul’da ilk önce tarihi bir mekan gezilir, akşam beş çayı boğaz manzaralı bir lüks otelde içilir, o gezi günü, iyi yemek yenen bir restoranda akşam yemeği ile son bulurdu. Çok sağlam bir mutfağı olan müthiş bir aşçı olduğu için de her yerde yemek yemezdi.
Eski bir Anneler Günü yazımı buldum, paylaşmak isterim:
Şu an karşımda oturuyor. Sohbet ediyoruz. Bağdat Caddesi’ndeki evinde kaldım dün gece. Beraber aynı evde uyanmak, “Günaydın Anne’ciğim, Anneler Gününüz kutlu olsun” demek, sabah çayını karşılıklı içmek, ikimize en güzel hediye. Henüz hediyesini vermedim, birazdan kız kardeşim ve torunlar ve de torunların bebeleri (anne, baba kelimesinden evvel “Ipaaaaad” diyen 1.5 yaşındaki Deniz Ayhan da dahil olmak üzere) cümbür cemaat bruncha...
Bugün internette annem hakkında bir genç hanımın kaleme aldığı bir yazı buldum:
"Bir de son günlerde ‘parasızlık aşkı öldürüyor’ diye, yalan yanlış şeyler, gençlerin heyecan dolu beyinlerine yerleştirilmek isteniyor. ‘Parayı herkes kazanabilir, önemli olan insanlıktır’ demişti, çok değer verdiğim Şükriye Sicimoğlu. Kendisi, bugün çok ünlü olan oğlu Ayhan Sicimoğlu’ndan daha ünlü olan harika bir kadındı O... Bugün oldukça yaşlanan eski zengin dostumdan, aile yaşamıyla ilgili çok şey öğrendim. Onunla dost olmamız benim ruhuma zenginlik verdi. Onca zenginliğin içinde insan olmanın önemiyle bağlamıştı bizi kendine. Paraya önem vermemeyi işte bu adı sanı belli, değerli kadından öğrendim. O zengindi, ama parasız olan çok dostu vardı."
“Annem” yazımı, kitabım “Renkli Masallar”ın son kapak yazısı ile bitireyim.
Bugün Anne’ciğimin yıldönümü... Her gece rüyamda neredeyse. Bu nasıl bir şey anlamak mümkün değil… Bir insan bu kadar mı iz bırakır? Bu yazıyı da tam bir sene evvel yazmışım. Kitabıma da dahil ettim. Şükriye Sicimoğlu 1926-2013... Tam bu kitabın bittiği tarihlerde Anne’ciğimin de bu dünyada annelik vazifesi bitti. Cuma gününü istemiş. Cuma öğleden sonra terketti bizleri yalnızlığımıza.
Uykusuz gecelerden bir sabah yazmışım;
“Tarifi zor ve içten derin bir acı. Uykusuz geceler de dindiremiyor ruhumu. Kendimi yormak, helâk etmek istiyorum ki, bir köşede yığılmak zorunda kalayım, dinlenmek zorunda kalsın ağır ve yorgun külçem. Ben doğduktan sonra kesilmiş olması gereken kordon, aslında kopmamış ola ki, 63 sene sonra daha şimdi koptu. Sancısı da karnımda düğümlenmiş duruyor, uyutmuyor.”
Benimle beraber hatırlayın lütfen:
Evlendirdiği yüzlerce çiftten, mesela karısını kaybedip iki çocuğuyla çaresiz kalan dişçisi ile bankasındaki hiç evlenmemiş memure kız. Evinde çalışan, sadece evlendirmekle kalmayıp yüzüklerini almaya ta Kapalıçarşı’ya kadar gittiği yardımcıları, uçakta hasbelkader yanında oturan ve tüm hazin hayat hikayesini tek tek anlattırdığı ve havaalanında karşıladığım da “Hadi Ayhan yazık, karşılayanı da yokmuş falanca teyzeni Aksaray’daki evine bırakalım” dediği teyze. Okuttuğu talebeler ve Baba’cığımın kurucuları arasında bulunduğu TEV. Müthiş sofrasına oturma şansına sahip olmuş olan Adnan Menderes’ten tutun, Sakıp Sabancı’ya kadar tüm isimlerin yanı sıra, mesela; “Çok yorulmuşsun gel otur bir şeyler ye” dediği ve itiraz dolu şaşkın bakışlarımıza rağmen soframıza davet ettiği postacı, sucu gibi simalar. Babamın saat 16:00’da arayıp da “Akşam yemeğe 30 kişi geliyor” dediği zaman, yıldırım hızıyla mucizevi bir şekilde kurulan, kuş sütlü “Şükriye Hanım Sofrası”na oturma şansına sahip olanlar ve onlar gibi daha binlerce kişi. İnanılmaz ince duvarlı içli köftelerinin yanı sıra yine inanılmaz ince ve kıvrak zekasının yarattığı spontane esprilerini tatma şansına sahip olmuş olanlar. Gülmekten kırıp geçirdiği insanlar, ki iki gündür hikayeleri gırla gidiyor. Sahnesinde ve filminde onun hikayelerini “Ayhan Abi’nin annesi bir gün...” diye anlatan Cem Yılmaz.
Her sabah eve gelen 30 yıllık şoförüne, “Gel Erol sıkıldım bugün otobüsle gidelim” dediği şoför Erol. (Bunu da yeni duydum) New York’ta, “Anneciğim buraya sakın gitme burası Harlem, adamı kıtır kıtır keserler bu araplar (tüm kara derililere arap derdi), dememe rağmen, “Bunlar beyazlardan daha sempatik” deyip tek başına alışveriş yaptığı Harlem dükkanlarındaki ağır siyahi abiler. Cleveland Clinic’te by-pass ameliyatından evvel hastane otelinde himayesine aldığı ve gittiğimiz her yere (yunus balıkları gösterisi olan “Sea World” dahil- ki oradaki adamın adını sonradan Yunus takmıştı, onlara benziyormuş.) davet ettiği, tek başına kalp ameliyatına gelmiş ve tek kelime İngilizce bilmeyen, “Ayhaaan yazık adamcağız tek başına lobide oturuyor, onu da davet edelim” dediği Bursalı banka memuru.
Bayramoğlu sahil mahallesinde, tam evinin önüne dikilen ve geceleri tehlikeli kıvılcımlar çıkartan trafonun, tüm ikazlarına rağmen yerini değiştirmeyen, (görüşmeye gittiğinde annemi bekletmiş) idareci-(ama annemin intikamı acı olmuş, bir sonraki seçimlerde kapı kapı dolaşarak tüm mahallenin yüzde 30’unun vekaleten oyunu cebine koymuş, sonra evine gelen aynı idareciyi bir süre kapısının önünde ayakta bekletmiş sonra da her şeye rağmen acı bir kahve ikram edip affetmiş (ben oradaydım o gün, adamın ezikliğini ve yılışıklığını ve de annemin hoşgörüsünü hiç unutamam). Bir şekilde istediğini tam yapamayan ve devamlı problem yaşadığı döşemecileri ve boyacıları. Aldığını beşinci sefer değiştirmeye gittiğinde sabırla gönülden hizmet veren tezgâhtar kızlar. Tüm komşuların gazetelerini toplatıp, biriktirip, bir kamyonet yükü olunca satıp, parasını yatırdığı talebe okutma dernekleri. Her köşe yazısını her gün okuduğu Emin Çölaşan.
Sizler ve daha niceleri unutmayalım Şükriye Hanım’ı... Allah’ım sana şükürler olsun ki Şükriye Sicimoğlu benim annem.
Her ne kadar senin hikayelerin gibi renkli olmasa da, bu değersiz kitabı sana hediye ediyorum canım Anne’ciğim benim...
Paylaş