Seni seviyorum ama...

KÜÇÜK bir oğlan çocuğu, günün birinde elindeki Miki Mouse dergisini babasına gösterip, “Sen bunun kadar iyi çizebilir misin” diye sormasaydı, adam belki de Warhol’dan sonra günümüzün en çok tanınan “pop sanatçılarından” biri olamayacak, hayatının sonuna kadar geçinebilmek için teknik resimler çizmek zorunda kalacaktı.

Haberin Devamı

Ama oğlu böyle söyleyince dayanamadı ve çizgi romanlardaki tipleri model olarak kullandığı altı resim yaptı.
Roy Lichtenstein’dan söz ediyorum. Geçtiğimiz hafta Londra’daydım ve Mustafa’nın önceden yaptığı programa uyarak Tate Modern’de Lichtenstein’ın retrospektif sergisini görme olanağı da buldum. (Görsel sanatlarda bir sanatçının yaşamı boyunca yarattığı eserlerden derlenmiş sergilere retrospektif adı veriliyor.)
Bir çizgi roman meraklısı ve resimsever olarak Lichtenstein’ın kalbimde özel bir yeri var. Bir resmini alabilecek paraya hiçbir zaman sahip olamayacağım ama Birol Bayram benim için bir kopya çizmişti, ona bakmaktan ayrıca zevk alırım. (İki yıl önce, 1961’de çizdiği iki resminden biri 43, diğeri 42 milyon dolara satılmıştı!)/images/100/0x0/55eb4321f018fbb8f8b5cc94
Sergide yer alan resimlerden biri de 1964 yılında çizilmiş “Oh... Jeff... I love you... But...” isimli tablo. Lichtenstein’ın tablolarındaki konuşma balonlarında ya da kaligrafilerdeki sözler, tablolarının da adı oluyor, resmin bu adı taşımasının nedeni bu.
İnternette arama zahmetine girmeyesiniz diye tabloyu burada da sunuyorum, Simonyi Collection’ın affına sığınarak.
Tablonun önünde uzunca durdum. Sarışın kız “Jeff, ben de seni seviyorum, ama” derken, bu sözlere uygun, hüzünlü bir yüz ifadesine sahipti.
Çünkü cümle böyle kuruluyorsa bitmekte olan bir ilişki var demektir. Aşk bitmiş midir, bunu elbette bilemeyiz ama belli ki kız ilişkiyi sonlandırmaya karar vermiş, “Ben de seni seviyorum, fakat” diye açıklamaya girişiyor.
Kızın Jeff’i hâlâ sevdiğini düşünmemiz için hüzünlü yüz ifadesinden başka ipuçları da var: Sol eliyle ahizenin konuşma bölümünü okşar gibi tutuyor, sanki karşısında konuşan erkeğin çenesini okşuyor. Elleri birazdan adamın ensesine doğru kayacak ve kendine doğru çekecek, gözler yumulacak, dudaklar birleşecek gibi.
İşte benim anlayamadığım da budur: Birisine âşıksan o ilişkide “ama”ya yer var mıdır?
“Seni seviyorum ama” diye başlayan bir cümle kurulabiliyorsa, “sevgi” o kadar da sağlam değildir gibi geliyor bana.
Çünkü “ama”nın arkasından kuracağınız cümle ilişkiyi sonlandırma mesajını taşır.
“Seni seviyorum ama Recep evlenme teklif etti.”
“Seni seviyorum ama sen benden daha iyilerine layıksın.”
“Seni seviyorum ama bu ilişki artık beni yordu.”
“Seni seviyorum ama hiç yanımda değilsin ben de mecburen Muharrem ile takılıyorum.”
Böyle binlerce cümle kurabilirsiniz, yeter ki “seni seviyorum”un sonuna bir “ama” ekleyin.
Hepsi bir tek anlama gelir:
“Seni artık o kadar da sevmiyorum ama bunu adam gibi söyleyecek kadar cesur değilim, sen de anla artık, düş yakamdan.”
Tabii böyle olunca bir içinden pazarlıklılık durumu da gündeme gelir ama bu meseleye şimdilik girmeyelim, onun için ayrı bir resim var bildiğim.
Dan Brown, son romanı ‘Cehennem’de, kahramanı Robert Langdon’un ağzından şöyle diyor:
“Apollon ile Dionysos arasındaki çekişme mitolojideki ünlü bir çelişkidir. Mantık ile kalp nadiren aynı şeylerin gerçekleşmesini ister”.
Bir cümleye “ama” ile başlıyorsak, bu mantıklı bir açıklama peşine düşmüşüz demektir.
Tabii cümleyi kuran açısından söz konusudur bu, olay ya da durum karşısındaki pozisyonunu vurgulamak için mantıklı bir açıklama ihtiyacı!
Sevginin, aşkın sonuna bir “ama” koyuyorsanız, mantık kalbi alt etmiş demektir.
Hayatınızı nasıl yaşamak istediğinizle ilgili bir seçimin de ilk adımıdır bu.
Aşksız ama huzurlu, rahat, düzenli vs. bir hayat mı? Yoksa aşk dolu, heyecanlı, bazen kavga–dövüşlü ama her saniyesini hücrelerinizde hissedeceğiniz bir hayat mı?
Karar bununla ilgilidir.

Haberin Devamı

‘Nefret suçu’ sadece dille mi işlenir?

Haberin Devamı

FENERBAHÇELİ oyuncu Emre Belözoğlu ile Trabzonsporlu oyuncu Didier Zokora arasında maç sırasında söylenen bir söz nedeniyle tartışma çıkmıştı. Zokora, Belözoğlu’nu “ırkçı hakaretlerde” bulunduğu gerekçesiyle mahkemeye de vermişti.
Bu olaydan sonra iki oyuncu iki kez daha aynı formalarla karşı karşıya geldiler.
İkisinde de Zokora, Belözoğlu’na ciddi sakatlanmaya neden olacak şekilde fiziki tecavüzde bulundu. Kasten attığı iki tekme de hayati tehlike doğurabilirdi.
Belözoğlu’nun söyleyip söylemediği bile belli olmayan bir söz için nasıl ırkçılıkla suçlandığını biliyoruz. Hakkındaki kararı mahkeme verecektir.
Peki Zokora’nın fiziksel saldırıya dönüşen ırkçı tutumuna ne isim vereceğiz? Bu da bir “nefret suçu”dur, ırkçı bir tutumdur. Ama bizim şanlı Türk hakemleri ikisi de kırmızı kartlık olan bu hareketlere “sarı kart” göstermekle yetindiler.
Son sarı kartı gösteren, söylemediği bir söz için bir oyuncuyu sahadan atıp maç raporuna da “Ulan dedi” diye olmayan bir şeyi yazan hakemdir!
Federasyon ırkçı saldırgana ve buna göz yuman hakeme karşı ne tutum izleyecek, görelim bakalım.

Yazarın Tüm Yazıları