Paylaş
Eskiden başka supablar vardı.
Hükümetler ekonomiyi veya siyaseti yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları, ülkedeki dengeleri bozdukları zaman. Askeri müdaheleye kadar (özellikle 1960 darbesi) giden mekanizmalar devreye girerdi. Dış baskılar başlar, muhalefet ayaklanırdı.
Bugün, artık bambaşka bir subap var. Buna siz “jandarma” dahidiyebilirsiniz : PİYASALAR
Piyasalar, birşeyler kötü gitti mi hemen tepki gösteriyor: Borsa düşüyor, döviz fiyatı artıyor, faizler yükseliyor ve ülkenin ateşi çıkıyor.
Piyasalar sadece, ekonomi kötü gidince hareketlenmiyor. Siyasi gerginlik yaygınlaşırsa, Başbakan veya muhalefet aykırı tutumlar takınırlarsa, Asker’den ses çıkarsa, Avrupa Birliği veya Washington ile ilişkiler kötüleşir, IMF ile işler bozulursa Piyasalar derhal sinyal vermeye başlıyorlar.
Piyasaların ateşinin yükselmesi, ekonominin bozulması, insanların ceplerine giren paranın azalmasına veya işsiz kalmalarına kadar gidecek bir süreci başlattığından dolayı, çok daha ciddi sonuçları oluyor. Askeri darbeden daha derine iniyor ve toplumu etkiliyor.
Piyasalar son olarak hükümeti cezalandırdı.
Gereksiz konuşmalar, alınması gereken kararların geciktirilmesi, AB reformlarının ikinci plana atılması, kemerlerin sıkılmaması sonucu varılan nokta işte bu...
Piyasaların elinde sopa yok, ancak sopalılardan çok daha etkili...
SUNA KIRAÇ’IN HAYALLERİ...
Suna Kıraç, 3 haziran günü 65 yaşına girdi. Hastalığına karşı verdiği kahramanca mücadelerinin 6 ıncı yılında ve her geçen gün biraz daha güç kazanıyor.
Rıdvan Akar tarafından yayına hazırlanan “Ömrümden uzun ideallerim var” adlı kitabını okursanız, nasıl bir insandan ve nasıl bir yaşam mücadelesinden söz ettiğimi anlayacaksınız.
Türk Sanayiine ve daha da önemlisi eğitime katkılarıyla başlayan, rahatsızlığına rağmen İstanbul’a arka arkaya kazandırdığı (Pera müzesi) ve kazandıracağı (Kültür Merkezi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü)değerlerle çalışmalarını sürdürüyor. Sadece gözleriyle konuşabilmesine rağmen hala hayat dolu...
Günlerden beri aklımdan çıkmıyor. Düşündükçe inanamıyorum.
Emekli Emniyet Müdürü Uğur Gür’ün, adi bir cinayete kurban giden 17 yaşındaki yeğeni Onur Topaloğlu’nun organları 5 kişinin hayatını kurtaracağı bir sırada, ilahiyatçı Prof. Dr. Cevat Akşit’in “Kuran’da yeri yok. Ben almam da, vermem de...” demesi üzerine vazgeçmesi olayından söz ediyorum.
Kim ne derse desin, bu olayın iki kahramanı var:
Biri, Diyanet İşlerinin organ naklinin Kuran’a göre caiz olduğunu belirten fetvayı bilmesine, hatta kendi ailesinde organ nakli yaptırmış kişi bulunmasına rağmen, kendisine ilahiyatçı ünvanı veren birine inanıp ailenin vazgeçmesine neden olan Uğur Gür. Böylesine bilgili ve aydın olarak nitelenen bir insanın böyle bir sonuca varması çok kişiyi şaşırttı.
Diğeri de Cevat Akşit.
Açıklamalarını SABAH gazetesinde (3 Haziran) okudum. Kuran’da organ naklinden söz edilmediğini, bundan dolayı da nakilyapılamayacağını söylüyor. Hem de Kanal 7’de programlar yapmış, insanlara kimbilir daha ne denli yalan yanlış dini tavsiyelerde bulunmuştur.
Akşit’in kafasına görehareket edilirse, herşeyin Kuran’da yazılması gerekiyor. Yazılmamışsa günah sayılıyor (!).
Nasıl bir anlayıştır bu...
Hangi dönemde yaşıyoruz...
Bu adamlara mı inanacağız, yoksa Diyanet işlerinin fetvasına mı?
Kötü niyetle olmasa dahi, bu düşünce tarzı beş kişinin hayatının kurtulmasınıönledi.
Merak ediyorum, bu iki kişi acaba şimdi vicdan azabı çekiyorlar mı?
Oysa, organ bağışlamak en büyük sevaptır. Bir başka insana hayat vermek, yaşamını uzatmaktan daha büyük bir sevap olabilir mi?
Zor oluyor, ancak yine de küçük adımlar atılıyor. Adalet mekanizması, hukuk anlayışına ince ayar yapıyor.
Hırant Dink (Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni)bir yazısından dolayı, Türklüğe hakaretsuçundan, Şişli mahkemesinde 6 ay hapse mahkumolmuştu. Yargıtay bu cezayı onadı, ancak bu defa Yargıtay Başsavcısı itiraz etti. Dink’in fikir özgürlüğü çerçevesinde kaldığını belirtti. Dava şimdi Yargıtay Genel Kuruluna gidiyor. Bu karar önemli bir emsal teşkil edecek.
Kolay değil, uzun yıllar boyunca fikir özgürlüğü hep resmi politikalarla sınırlı görüldü. Bu sınırı aşınca, devletin sopası kafamıza iniverdi. Şimdi, durum değişiyor. Özellikle Avrupa Birliği sayesinde, fikir özgürlüğü yaygınlaşıyor. Ancak gelin görün ki, yasa değişse bile, yargıçlarımızın yaklaşımı değişmedikçe, hukuk anlayışı farklılaşmadıkça, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz.
Hırant Dink’in sayesinde, belki de yeni bir aşamaya geçebileceğiz.
Perihan Mağden, biryazısından dolayı yargılanıyor.Askerliğe Vicdani Reddin yasaklanmaması, bunun uygar ülkelerdeki gibi belirli kural ve koşullar altında kabul edilmesi gerektiğini yazmış ve bizim yasalarımızdaki durumu, çeşitli kararları ve uygulamaları anlatmıştı.
Perihan Mağden,“Türk toplumunu askerlikten soğutma” suçuyla mahkemeye verildi. Oysa yazısı tam anlamıyla bir ifade özgürlüğünü sergiliyordu.
İsmet Berkan (Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni) Mağden’in yazısına aynen katıldığını belirtti ve kendi köşesinde de tekrar yayınladı. “Beni de yargılayın” dedi.
Ben de Mağden’ i destekliyorum ve yazısını imzalıyorum. Bunu yapmaktaki tek nedenim, Mağden’in değil, asıl bu yasanın değişmesi gerektiğine inanmamdır. Böyle bir yasanın mevcudiyeti dahi, Türkiye gibi büyük bir ülke için ayıptır.
GOGOŞ’SUZ 15 GÜN
35 yıl önce Cemre ile evlendiğimde yeni bir aile edindim: kayınvaldem Cemile Garan, kayınbiraderlerim Ali ve Ömer Karacan ve Gogoş. Gogoş kayınvaldemi, eşimi ve kardeşlerini büyütmüştü. Oğlum doğduğunda bizimle beraber Brüksel'e yaşamaya geldi,
Ona “Gogoş hanım” derdim. Odaya her girdiğinizde ayağa kalkan, “Hoş geldiniz, safa geldiniz Beyefendi” diye karşılayan, sabahları “Günaydın Beyefendi” diye uyandıran bir Osmanlı hanımefendisine ne diyebilirdim.?
Beraber oturduğumuz 30 yılda birgün bile güler yüzünü ve sabah duasını eksik etmedi. İşlerim iyi gittiyse onun sabah duaları sayesinde oldu, oğlum “Bütün lise yıllarımda duaları sayesinde yerden 1 metre havada gidip mezun oldum” der durur.
Büyüttüğü çocukları "pitiko, paşam”, diye severdi, kayınvaldeme her ne hikmetse “Ceman hanım” derdi. Kızdığı zaman “kocakafalı” diye azarlardı.
20 yıllık Brüksel yaşamımızda ailece çok seyahat ettik . Dikiz aynasından oğlumla onu seyretmek büyük bir keyifti. Venedik'te gondolla gezerken ki keyfi, Paris'de Eyfel kulesinde “Beyefendi burası filmlerden de daha güzelmiş” deyişi, Londra'da Westminister katedralinde dua edişi aklımdan çıkmayacak olaylar.
15 gün önce Gogoş hanımı kaybettik. Artık arkamdan dua eden yok. Onun vefatıyla çocukluğum gitti gibi geldi.
Bu hastalık sadece AK Parti’ye özgü değil. Toplum olarak eleştiri sevmiyoruz. Dikkat edin, hangi siyasi parti olursa olsun, biri çıkıp lideri veya parti yönetimini eleştirirse hemen hırpalanır. Bundan dolayı AKP’li Mahmut Koçak ile Fuat Geçen’in topa tutulmasını hiç yadırgamadım.
Liderlerimiz sadece övgü seviyorlar.
Onların herşeyi en iyi bildikleri kabul edilecek, bu ülkeye tanrı tarafından yollanmış birer tavus kuşuymuşlar gibi muamele edilecek. Tapınmakisteyenler çıkarsa, onlara da kimse itiraz etmez. Hatta, liderlerimizin büyük bölümü memnun olur.
Paylaş