Pet şişe cinayeti

BİR arkadaşımın arkadaşı anlattı. Eleman bizi yemiş de olabilir. Ama hikaye çok enteresan. Onun iddiasına göre bu hadise gazetelere de yansımış. Ben böyle bir haberi zor atlarım aslında... Ama hadise hakiki manada orijinal...

Önce hikaye: ‘‘Bir adam, chat yaparken tanıştığı başka bir adamı Ankara'ya davet ediyor. Ankara Hilton'da buluşuyorlar. Beraber öğle yemeği yerlerken tartışmaya başlıyorlar. Bunun üzerine davet eden adam, karşısındaki adamın kafasına pet şişeyle vuruyor. Adam ölüyor. Katil, ortadan kayboluyor. İki gün sonra, yurtdışından Türkiye'ye dönüşte havaalanında yakalanıyor...’’

Gerçekliğini bilmiyorum ama bana aktarılan bu.

Fakat böyle bir şey nasıl olabilir? Sorular soralım...

1- Ankara Hilton'da öğle yemeği sırasında güpegündüz nasıl cinayet işlenir?

2- İşleyen adam nasıl kaçmayı başarır?

3- Pet şişeyle adam öldürmek bu kadar kolay mı?

4- Hilton gibi kalitesi belli bir otelde su pet şişeyle mi getiriliyor masaya?

5- Haydi adam otelden kaçtı, yurt dışına nasıl kaçabiliyor?

6- Haydi dışarı kaçtı, enayi mi bu adam iki gün sonra dönüyor?..

7- Bakın daha niye öldürüyor sorusunu bile sormadım...

8- Böyle saçmalıklar hep bizi mi buluyor?..


Şimdilik elveda belki yeniden görüşürüz Kylie


KYLIE Minogue'la dolu dolu bir yıl geçirdik. Acı günlerde, tatlı günlerde bütün güzelliğiyle yanımızdaydı. Heyhat! Kader ağlarını ördü ve Kylie'nin veda vakti geldi çattı...

Şu anda ‘‘Tamam usta, zaten yarım akıllıydı, onu da kaybetti eleman’’ diye düşünüyorsunuz haklı olarak... Ama durumu açıklamama izin verirseniz, haklı olduğumu göreceksiniz.

Sanlı Ergin'le aynı katta ikamet ediyoruz. Sanlı geçen yılbaşında hareketin kralını yaparak, odasına bir Kylie Minogue takvimi astı. Her ay, birbirinden güzel Kylie fotoğraflarına bakarak geçirdik 2002'yi.

Hatta ben Ağustos ayındaki fotoğrafın hastası olmuştum. Sanlı'ya sürekli olarak ‘‘Hayat hep Ağustos olsa ya ağbi’’ gibi manasız cümleler kuruyordum.

Zaman su gibi akıp gidiyor işte... 2002 bitti, Kylie gitti. Şimdi önümüzde iki seçenek var; ya 2002 bitmemiş gibi takvimi duvarda tutacağız, ya da ben Büyük Britanya'daki sevgili kardeşim Riko'yu arayıp, ‘‘Usta çıkmıştır şimdi oralarda; bize bir adet Kylie takvimi indirsene’’ diyeceğim...

Şimdilik elveda güzel Kylie ablamız... Belki yine görüşürüz.


Punk hakkında küçük bir düzeltme


GEÇEN pazar günü Gala'da Meltem Cumbul'la yapılmış güzel bir röportaj vardı. Fotoğraflar filan hakikaten iyiydi...

Fakat Meltem Hanım, yanılmıyorsam makyaj, saç modeli ve kıyafetin gazına gelerek şöyle bir şey söylemiş:

‘‘'80'li yıllar Punk akımının doğuşudur. Ben de '80 kuşağındanım. Özgürlüğün, başkaldırının, ayakları yere basan kadının temsilcisiyim. Doğru kabul ettiğim her şey için taraf oldum. Suya sabuna dokunmamak asla bana göre değil. Kısacası hiçbir zaman sürünün bir parçası olmadım, olmayacağım da...’’

Özellikle son cümlede iyice duygulanmış olacağım; ‘‘Ben de... Ben de...’’ diye haykırarak ayağa fırlamayı düşündüm.

Ama sonra, Punk'ın 1980'lerde doğmuş olamayacağı geldi aklıma. Yani iyimser bir müzik tarihçisi bile doğuş için ‘‘1976... Sex Pistols... Anarchy In The UK’’ diyecektir.

Ben müzik tarihçisi değilim. İyimser de değilim. Bana bıraksanız, Punk'ın tarihini 1964'e, The Fugs'a kadar bile götürürüm. The Fugs, müzik olarak Punk yapmıyordu ama topluluğun elemanları; yani Ed Sanders'le Tuli Kupferberg'in 'tavırları' Punk'ın çıkış noktalarından biridir.

Şöyle söyleyeyim; The Fugs'daki Ed Sanders, ‘‘Fuck You! A Magazine Of The Arts’’ adlı bir dergi çıkarıyordu. Yani tavırsa, budur tavır!

Haydi The Fugs'ı geçelim... New York Dolls'u, The Stooges'ı, The Ramones'i ne yapacağız?...

Hayatını bilgi kırıntıları peşinde geçirenler için küçük bir not daha vereyim: Punk Rock tabiri ilk olarak Creem adlı derginin yazarlarından Dave Marsh tarafından Mayıs 1971'de kullanıldı.

Edebiyat dünyasına ‘‘punk’’ (serseri desek olur herhalde) kelimesini tanıştıran kişi ise, daha bütün bunlar ortada yokken William Burroughs olmuştur.

1980'lerde müzik dünyasını etkileyen akımlardan ikisini hatırlatalım, sonra da bu mevzuyu kapatalım.

Birincisi, gençliğimizi çürüten ‘‘Euro-Trash’’tir. Yani sayın işte; Modern Talking, Bad Boys Blue, CC Catch...

Diğeri de dünya üzerinde, devlet eliyle başlatılan ilk müzik akımı olarak müzik tarihinde ünik bir konumda bulunan ‘‘Acısız Arabesk’’tir. Hatırlayınız, Turgut Özal'ın himayesinde Hakkı Bulut'un verdiği konseri... Hatırlayınız: ‘‘Henüz üç yaşında bir kardeşim var/ Seni ondan bile kıskanıyorum’’u. Yaaa!. Neyse olur böyle hatalar, üzmeyelim Meltem Cumbul'u...


Seni Komançero söylerken gördüm


İKİ hafta oldu... Babylon'da ‘‘'70'ler, '80'ler Gecesi’’ yapıldı. İki arkadaşım arayıp haber verdi; ‘‘Böyle böyle bir hikaye var, gel eğleniriz’’ diye.

Daha önce de katılmıştım '80'ler partisine. Hakikaten eğlenceli oluyor. Bütün geceyi, ‘‘Aaa, bu şarkı da vardı. Bunu hatırlıyor musun oğlum, feciydi’’ diye diye eğleniyorsun.

Çok kalabalıktı Babylon. Gelenlerin çok büyük bölümü 25-35 arasıydı. Böyle bir ortama girince, ister istemez karşılaştırma da yapıyor insan. Göbek durumları, saç birikimleri hemen karşılaştırılıyor. Kuşağımın tümü için konuşmam saçma olur ama o gece Babylon'da gayet iyi gözüküyordunuz, tebrik ediyorum.

Böyle bir geceye iki kadınla giderseniz, haliyle dans pisti menzilinde oluyorsunuz. Hoş o gece Babylon'un her yeri dans pistiydi ya, her neyse.

Ben dans edemeyenlerdenim. Daha doğrusu dans ettiğim zaman, çevremin acı çektiğini düşündüğümden mümkün mertebe kazık gibi duruyorum.

Hayır, beraber gittiğim kadınlarla dans etmek de biraz sakat. Niye?.. Çünkü ikisi de bir süredir aikido kursuna gidiyor. Bir yerde karşılaştığımızda bile ellerini sıkmadan önce iki kez düşünüyorum.

Elini uzatsan büküyorlar filan falan...

Hatta o gece ‘‘Kung-Fu Fighting’’ çalarken maymunluk olsun diye Bruce Lee'den kaptığım bir hareket çekeyim dedim, ikisi birden girişiyordu. Atlattık onu da...

Neyse ya... ‘‘Maziden Gelen Sesler’’ eşliğinde eğlenip, hatırlayabildiğimiz kadarıyla şarkılara eşlik ederken bir anda ‘‘O’’ başladı.

Sanki vahşi ormanın derinliklerinden, sanki uzayın ücra köşelerinden, lanetli şatolardan, zombi mezarlıklarından geliyordu: ‘‘Koomançero... Kooomançero, komançero, komançero-o-o...’’

Bir anda suratına ışık tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Kızlar coşkuyla ‘‘Aaaaaa, komançero’’ diyerek dans etmeye başladılar. Bir de dönüp bana ‘‘Bak ne çalıyooo Kanaat!’’ diyorlar.

Kaskatı kesilmiş vaziyette, şarkının bitmesini bekliyorum. Bu sırada etrafı kesiyorum. Benim gibi şabanlaşan var mı diye?..

Bir iki kişiyi kafasını Babylon'un duvarlarına vururken gördüm. Ama açıkçası, Babylon'un büyük bölümü omuzlarını titrete titrete, hoplaya zıplaya söyledi şarkıyı.

Tam o sırada uzaktan, okuldaki bir arkadaşımı gördüm. Eleman bir kere ‘‘Airport’’a gittiğini itiraf etmişti bize. Airport'a gitmek o dönemler bizim için fena bir hadise.

‘‘Airport'ta görülmüşsün; helal Adanalı Celal’’ diyerek kınamıştık, o da ‘‘Ya, kız arkadaşım çok ısrar etti. Gitmesem olmayacaktı’’ şeklinde özeleştiri yapmıştı.

Baktım bu eleman Komançero'yu bir güzel söylüyor. Sanırsın acemiliğini Kumburgaz Mikrop Disko'da yapmış bir disko neferi...

Olayı ‘‘Zaman değişti, eh, Çelik de değişti’’ şeklinde değerlendirip sonraki şarkıyı beklemeye devam ettim. Depeche Mode çaldı galiba...

Ama seni Komançero söylerken gördüm ya oğlum, bittin sen...
Yazarın Tüm Yazıları