Müzik notaları arasında bir istihbarat örgütü: CIA

Berlin Filarmoni Orkestrası binasında bu hafta çıkan yangın, klasik müzik severlerin yüreğini ağzına getirdi. Bu bina sadece müzik tarihi açısından değerli değildi; soğuk savaş döneminin simgelerinden biriydi. CIA gölgesindeki Kültürel Özgürlük Komitesi, Avrupa’nın kültürel hayatına egemen olan solcu aydınlara karşı neler yaptı? Sanatçıları, yazarları ve müzik adamlarını nasıl kullandı? Hitler yanlısı dünyaca ünlü Alman müzik adamlarının ilginç "transfer" hikáyeleri...

ADI Wilhelm Furtwangler.

Sadece Almanya’nın değil dünyanın en önemli orkestra şeflerinden biriydi.

Tartışmasız en iyi Beethoven yorumcusuydu. Hitler dönemi Üçüncü Reich sırasında Berlin Devlet Opera Orkestrası’nı yönetti. Konserlerini Naziler’in gamalı haç bayrağı altında verdi. Destekçisi, Naziler’in propaganda şefi Goebbels’ti.

ABD ordusu 1945 yılında Berlin’e girince, "Naziler’den Arındırma Komitesi"ni kurdu. Sorguya alınan müzik adamlarından biri de Furtwangler’di.

Amerikalı Binbaşı Steve Arnold’un sorularına soğukkanlılıkla yanıt veren ünlü şef, Nazi olduğu iddialarını hep reddetti.

Ara not: Bu sorgulamayı eserleştiren Istvan Szoba’nın "Taraf Tutmak" adlı senaryosu sinemaya da aktarıldı. Türkiye’de de Can Gürzap sahneye koydu.

İlginçtir; 1927 yılında Atatürk, klasik batı müziğinin altyapısını kurması için Furtwangler’i Ankara’ya davet etmişti. Gelmemişti. Yerine Paul Hindemith’i önermişti. Berlin’den Ankara’ya gelen bir diğer sanatçı ise Berlin Devlet Operası Genel Yönetmeni Carl Ebert’ti.

Karajan-Schwarzkopf vs.

Sorgulamadan sonra Furtwangler, Berlin’de kurulan "Sanatçılar Özel Mahkemesi" karşısına çıkmayı bekledi.

Yalnız değildi.

Almanların orkestra şefleri Herbert von Karajan ve Karl Böhm ile soprano Elisabeth Schwarzkopf da mahkemeye çıkmayı bekleyen sanatçılar arasındaydı. Richard Strauss ve Carl Off gibi besteciler de Nazi olmakla itham ediliyordu.

Gelecekte dünyanın en iyi orkestra şefleri arasında gösterilecek olan Karajan, o dönem çok sıkıntılı günler yaşadı. 1933’ten beri Nasyonal Sosyalist Parti’nin üyesiydi. Muhalifleri ona, "SS Albay von Karajan" adını takmışlardı.

Nasıl Goebbels, Furtwangler’i destekliyorsa; Goring de Karajan’ı kayırırdı. Karajan konserlerine Naziler’in sevdiği "Horst Wessel Lied" ile başlamakta bir sakınca görmezdi, işgal altındaki Paris’te Alman askerlere moral konserleri verdi. Bir diğer orkestra şefi Karl Böhm de parti üyesiydi. Viyana Konseri sırasında kameralara dönüp Nazi selamı vermekten çekinmemişti.

En iyi Alman sesleri arasında gösterilen soprano Elisabeth Schwarzkopf da partiye 7548960 numarayla kaydedilmişti. "Nazi Divası" deniliyordu ona.

Doğu cephesindeki Naziler için konserler vermiş; Goebbels’in propaganda filmini oynamıştı.

Sonuçta hepsinin hikáyesi birbirine benziyordu.

Eski solcular

ABD ile SSCB arasında temelinde bir psikolojik harp olan soğuk savaş dönemi II. Dünya Savaşı ertesinde başladı.

Nazilere kafa tuttuğu için ABD tarafından hoşnutlukla bakılan Sovyetler Birliği, savaş sonrasında tehlikeli görülmeye başlandı.

Ayrıntıya gerek yok biliyorsunuzdur.

ABD, Batı Avrupa’da gizli bir kültürel propaganda çalışmasına başladı.

Tek bir amacı vardı; Marksizm’e yakınlık duyan Batı Avrupalı aydınlara "Amerikan hayat tarzını" öğretmek!

İnsanların kafalarını ele geçirme operasyonuydu bu.

CIA’nın soğuk savaş dönemindeki en önemli silahı olacaktı bu kültür politikaları. Bu kültürel savaşın ön cephesinde kimler vardı biliyor musunuz; Arthur Koestler, Andre Gide, Bertrand Russell, Ignazio Silone gibi "hayal kırıklığına uğramış" eski solcular!

CIA gölgesinde "Kültürel Özgürlük Komitesi" kuruldu.

Komitenin 35 ülkede bürosu vardı. Vakıflar aracılığıyla oluk gibi para akıtılıyordu.

Dergiler çıkarılıyor; resim sergileri açılıyor, konserler düzenleniyor, seminerler yapılıyor, kitapların basılmasına ve satın alınmasına önayak olunuyordu.

Sanatçılar ödüllere boğuluyor; ABD’ye davet ediliyordu sürekli.

ABD ile SSCB arasındaki bu kültür üzerinden yürütülen soğuk savaşın ilk başladığı yer, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrası Berlin oldu.

İlk cephe:Berlin

Her ikisi de işgal gücüydü.

Berlin’i paylaşmışlardı.

Propaganda yarışında birbirlerini geçmek için her ikisi de kültürel "silahlara" sarıldı.

Yıkıntılar arasından hálá ceset kokuları gelirken SSCB, 1945 yılında Berlin Devlet Operası’nı faaliyete geçirdi. "Kültür evi" açtı.

Amerikalılar geri kalmadı, "Amerikan-Hauser"i faaliyete geçirdi.

Kültürel propaganda da SSCB çok öndeydi.

Amerika, daha çok solcuların propagandaları yüzünden, kültürel açıdan çorak bir ülke olarak biliniyordu. Çiklet çiğneyen, Dupont kullanan, büyük arabalara binen kalın kafalılar ülkesiydi.

Amerika bu "kara propagandayı" tersine çevirmek istiyordu.

İşte o günlerde Berlin’de başlayan ve dünyaya yayılacak olan bu kültürel soğuk savaş, Alman müzik adamlarının hiç beklemediği bir kararın alınmasına neden oldu.

Ünlü Rus yazar Vladimir Nabokov’un kuzeni kompozitör Nicolas Nabokov, Alman müzik adamlarının kaderini değiştirdi.

İki Rus Yahudisi

Michael Josselson, 1936 yılında ABD’ye sığınmış bir Rus Yahudisi’ydi.

Almanya’daki Psikolojik Savaş Dairesi’nin İstihbarat Şubesi’nde çalışıyordu.

Savaş sonrası CIA gölgesinde kurulan "Kültürel Özgürlük Komitesi"nin başkanlığına getirildi.

Yardımcısı Nabokov da ABD’ye göç etmiş bir Beyaz Rus Yahudisi’ydi.

Nabokov’un da uzmanlık alanı psikolojik harpti. Ayrıca besteci olduğu için müzik şubesine atandı. Görevi, Alman müzik hayatına yuvalanmış Nazileri temizlemekti.

Ancak:

Soğuk savaş döneminde yeni düşman Naziler değil, komünistlerdi.

O halde:

Komünizme karşı eski Nazilerle işbirliği yapılabilirdi!

Josselson ve Nabokov bu yeni döneme hemen uyum sağladılar.

"Bu Naziler bizim Yahudi kardeşlerimizi diri diri yaktılar" bile demediler.

Dünya değişiyordu ve ona uygun stratejiler yapmak gerekiyordu!

Üstelik Sovyetler, "yaşayan en büyük besteci" Şostakoviç’i propaganda amacıyla her yere götürüyordu. CIA alternatifler çıkarmak istedi. Çıkardı da...

Wilhelm Furtwangler, Berlin’de Amerikalılara bırakılmış Titania Palast’ta 25 Mayıs 1947’de Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başında sahneye çıktı.

"SS Albay von Karajan"; "Naziler’in Divası" Schwarzkopf gibi Alman müzik insanlarının hepsi onurlandırılarak, nişanlar verilerek görevlerine döndürüldü.

Hepsi de kısa zamanda dünyanın en iyi müzik insanı oluverdiler!

Yeni devir, imaj devriydi!

"Nazilerin müzik ilahı" ünlü besteci Richard Wagner’ın eserleri bile tekrar çalınmaya başladı!

Berlin Devlet Opera binası, SSCB kontrolündeki alanda kalmıştı; Amerikalılar Berlin’de görkemli bir konser salonu yapmaya karar verdi: Berlin Filarmoni Orkestrası binası böyle doğdu.

Kültürel soğuk savaş hep sanat lehine olmadı; Nazilerin kitaplarını yaktığı Thomas Mann, Tom Paine, Helen Keller, John Reed gibi yazarların eserlerini bu kez el altından CIA yakıyordu artık!

Almanya’da eski Nazi sanatçılara özgürlük verilirken, Amerika’da McCarthy dönemiyle "komünist avcılığı" başladı ve Arthur Miller, Albert Einstein, Charlie Chaplin, Leonard Bernstein, Dorothy Parker, Marlon Brando gibi onlarca sanatçının, akademisyenin hayatını kararttılar.

CIA soğuk savaş boyunca kendi kontrolündeki yeni isimleri/eserleri empoze etmeye çalıştı hep. George Orwell, Henry Miller, T.S.Eliot gibi birçok yazarın eserlerinin basılmasına, dağıtılmasına önayak oldu. Çehov Yayınevi desteklendi.

Yeni sanat akımlarının doğmasına bile aracılık yaptı.

Ve soğuk savaş dönemi bitti.

Ama "Kültürel Özgürlük Komitesi" bugün hálá faaliyette.

Eğer bir gün yabancı gazetelerin birinde; neden yapıldığını bilmediğiniz, "İşte dünyanın en zeki 100 kişisi" veya "Dünyanın en yaratıcı 100 kişisi seçildi" ya da ne bileyim işte, "Dünyaya yön veren 100 deha" gibi "istatistik haberlerini" okursanız; bilin ki Kültürel Özgürlük Komitesi işbaşındadır!..

"Faaliyet çakılmasın" diye bu listelere hak eden birkaç isim de koyarlar hani; aklınız karışmasın sakın.

İngiliz istihbaratında çalışan ünlü yazarlar

İNGİLİZ Gizli Servis Ajanı James Bond’u hangimiz bilmez.

James Bond karakterini edebiyat ve sinema dünyasına kazandıran yazar Ian Fleming idi.

II. Dünya Savaşı’nda Britanya Deniz Haber Alma Ajansı’nda görev yaptı. Bu görevi sırasında İngiliz istihbarat örgütünde (MI6) çalışmaya başladı.

Ve bu görevi sırasında yaşadıklarından, gördüklerinden ve anlatılanlardan yola çıkıp, kendi düşsel dünyasını da katarak "James Bond" karakterini yarattı.

Yazar Ian Fleming’in her ne kadar istihbaratçı olduğu bilinse de karanlıkta kalmış bazı faaliyetleri hálá aydınlatılabilmiş değil.

Bunlardan biri bizimle çok ilgiliydi.

Londra’da İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan Kıbrıs müzakereleri sürerken İstanbul’da olaylar çıktı.

6 Eylül akşamı İstanbul’da azınlıklara ait ne varsa yağma edildi.

Londra’daki toplantı sonuç alınamadan dağıldı.

İstanbul’daki 6/7 Eylül olayları sırasında İngiliz ajanı Ian Fleming, İstanbul’daydı. Interpol toplantısı için geldiğini söyledi ama bu toplantıya hiç katılmamıştı.

Fleming İstanbul’a ne için gelmişti; neler yapmıştı; hiç öğrenilemedi!

İddiaya göre, Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberinin çıktığı Selanik üzerinden İstanbul’a gelmişti.

Ian Fleming olaylardan iki yıl sonra, hikáyesi Türkiye’de geçen "Rusya’dan Sevgilerle" romanını yazdı; 6/7 Eylül gecesi yaşananları ayrıntılarıyla anlattı.

Ian Fleming gibi casusluk romanları yazan İngiliz Eric Ambler de MI6’da çalıştı. İki romanında; "Dimitrios’un Maskesi" ve "Korkuya Yolculuk"ta mekán olarak Türkiye’yi kullandı.

"Gün Işığı" adlı eserinden uyarlanan "Topkapı" filmi bir dönemin en önemli sinema klasikleri arasında gösteriliyordu.

Ian Fleming, Eric Ambler gibi İngiliz istihbarat birimi MI6’da görev yapan bir başka yazar ise William Somerset Maugham idi.

I. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbarat birimine girdi. 1917 yılında MI6 tarafından Bolşevik devrimini engellemek için Moskova’ya gönderildi.

1928’de Fransız Rivierası’ndan bir ev alıp sadece yazıyla ilgileneceğini söyledi.

II. Dünya Savaşı günlerini, Hollywood’da hikáyelerini sinemaya aktarmakla geçirdi. Pastalar ve Bira, ünlü ressam Gauguin’in yaşamını anlattığı Ay ve Altı Para, Şeytanın Kurbanları, Renkli Peçe eserleri arasındadır.

Ve bir MI6 ajanı yazar daha; John Le Carre.

Asıl adı, David John Moore Cornwell idi.

Bern’de üniversite öğrenimi sırasında İngiliz istihbarat örgütüne katıldı.

İlk romanı "Call For the Dead"i 1961’de yazdı. Romanını MI6’ya okutarak onayını aldı. İtiraz gelmedi ancak takma isimle yazması istendi. O da "John Le Carre" adını buldu.

En bilindik eseri "Soğuktan Gelen Casus"tu. Kitapları film yapıldı.

İngiliz casusu olduğunu ilk günden beri reddeden yazar, bu gizli mesleğini ilk kez BBC’nin 2000 yapımı "The Secret Center" adlı belgeselde açıkladı.

MI6 istihbarat örgütünün bir diğer elemanı ise yazar Graham Greene idi.

O da yazdığı; "Üçüncü Adam", "Güç ve Zafer", "Sessiz Adam" gibi casusluk romanlarıyla tanındı.

Le Carre gibi ağzı pek kapalı bir istihbaratçı değildi; bu nedenle arkadaşları arasındaki adı "şebek"ti! Greene’nin de eserleri beyazperdeye aktarıldı.

MI6’da görev yapmış ünlü yazarların listesi böyle uzayıp gidiyor.

Sadece ülkemizde değil dünyada MI6 başarılı bulunur, hep övülür. Bunun en önemli sebebi, işte bu MI6 mensubu yazarların sinemalara da aktarılmış romanlarıdır...
Yazarın Tüm Yazıları