Madison Caddesi’nde bir terasta off the record bir buluşma

Bir gazeteci, bir sanatçı, bir yazar, bir çizgi roman editörü ve bir blogger.

Yaşları 25-35 arasında. Hepsi New Yorklu, birbirini tanıyan 5 arkadaş.
15 günde bir, davet edilenler dışında kimseye açıklanmayan bir yerde düzenli olarak buluşuyorlar. Ve her seferinde yanlarında en az bir, en fazla üç misafir getiriyorlar.
Facebook yok. Twitter yok. Misafir olarak kimlerin geldiğini, isim vererek neler yaşandığını sonra başkalarına anlatmak, fotoğraf yayınlamak ise kesinlikle yasak!..
Bu 5 New Yorklunun kendi aralarında düzenlediği bu gecelerden birine ben de katıldım. Aralarındaki gazetecinin davetiyle... İstedikleri için, o gece oraya kimlerin geldiğini yazmayacağım ama çok da önemli değil. Önemli olan, neden böyle bir iş yaptıkları...
Davetiye e-postayla geldi. Önce, buluşmanın Manhattan’da bir yerlerde olacağı belirtiliyor, gidip gitmeyeceğim soruluyordu. Katılacağımı söyledim. Sonra diğer detayları gönderdiler. İkinci mesajda, Madison Caddesi üzerinde bir adres ve saat yazıyordu.
Akşam 8 gibi verilen adrese gittim. Kapıda elinde listeyle bekleyen bir konsiyerj vardı. Adımı söyledim ve asansörle en üst kata çıktım. İndiğimde ise şöyle bir manzarayla karşılaştım: Her taraf her tarafta bir reklam ajansı... Goblen perdeler, berjer koltuklarla döşenmiş bir oda... Odanın yanında da Empire State manzaralı bir terasta ellerinde içkiler, ayakta sohbet eden bir grup genç...
Aslına bakarsanız, New York’ta bu tür kapalı toplantıları çok duyarsınız. Bilderberg kırması bu yarı gizli buluşma da diğerleri gibi aynı sebepten. Kentte hemen herkesin mesaiden sonraki vaktini vakfettiği iş olan, networking için. Ancak bu beş gencin farkı, insanların ilgisini çekmek için onlara başka yerde bulamayacakları bir ortam vaat etmeleri...
Benim gittiğim akşam, çağrılanlar arasında bir bağımsız film yapımcısı vardı. Türkiye’de de iş yapmış. Uzun uzun çalıştığı yapım şirketi Karma Film’i övdü.
Bir burlesque eğitmeni vardı. İçinde striptiz olan, erotik dans türü... The Box gece kulübünde yapılan danslar burlesque olduğu halde, The Box’ın bu durumu neden inkâr ettiğini anlattı.
Bir belgeselci vardı. Facebook bağımlısı gençler üzerine hazırladığı son projesini açıkladı.
Brooklyn’de yaşayan ve Hollywood yapımlarında rol almak için çalışan bir aktris de, Brooklyn’de gittiği mahalle barlarından bahsetti.
Gecenin bir bölümünde gelenlerle konuştum. Onların deyimiyle ben de “networking” yaptım. Öbür bölümününde ise bir yıldır devam eden ve çağırdıkları hiçkimseden ret cevabı almayan bu 5 gencin bu fikri nasıl yarattığını anlamaya çalıştım. Sonunda şöyle bir formül oluşturduklarına karar verdim:
Buluşma off the record olunca, işin içine gizlilik girince, çağırdıkları kişiler daveti kolayca kabul ediyor. Çünkü merak ediyorlar. Geldiklerinde ise Facebook ve Twitter çağında, eski usul, kimsenin kimseyi afişe etmeyeceği, kapalı bir ortam buluyorlar. Taglanacak, tweetlenecek bir durum olmuyor. Böylece herkes rahatlıyor. Daha az söz kesiyor, daha az konuşuyor, daha az sırıtıyor ve daha çok dinliyor. Geceden memnun ayrıldıktan sonra da hikâyesini ağızdan ağıza herkese yayıyor.
Beş New Yorklu mu?.. Onlar da bu sırada networking yapıyor.

Eğer 70 yıllık Gourmet kapandıysa

Yani Conde Nast bile bir yemek dergisine para kazandırmanın yolunu bulamadıysa;
İnternet, dergiciliğin zayıf halkasını buldu demektir.
Bu durumda hâlâ yayınlanan yemek dergileri yavaş yavaş içerik değiştirmeye başlayacak demektir.
Çünkü Google’dan çıkarttığınız karnıyarık tarifi, şimdilik sizin için yeterli oluyor demektir.
Ama en önemlisi... Tüm hayatını iyi yemeğe adamış gerçek bir gurmenin hükmüyle ne okuduğu belli olmayan bir internetçinin restoran yorumu şimdilik eşitlenmiş demektir.
Bir blogger yazısı yazmıştım daha önce. Türkiye’ye gittiğimde, Marketing Türkiye dergisi tarafından “Bloglara savaş açan gazeteci” diye bir habere konu olduğumu öğrendim. Anladığım kadarıyla her yerde kavga arayan ve tahmin ettiğimden çok daha etkili olduklarını gördüğüm medya sitelerinden epey bir insan kötü etkilenmiş. O yüzden şimdi de “Pis internetçiler Gourmet’nin başını yediler” gibi anlaşılmak istemem. En azından eskinin savunucusu durumuna düşmek istemem. Ancak açıkçası işlerin sağlıklı bir dengede gittiğine de inanmıyorum.
Google’daki o karnıyarık tarifini yapa yapa ağzınızın tadı bozuldukça... Okuyucu yorumlarına bakıp gittiğiniz restoranlardan söylene söylene çıktıkça... Bir gün mutlaka yine lafına itibar edeceğiniz bir tecrübe aramaya başlayacaksınız.
Hiç değilse Gourmet’dekilerin toplandığı internet sitesine bir göz atacaksanız.
Ama o güne kadar, sanırım bu tartışma kaliteli iş değil, mecra üzerinden yürümeye devam edecek. Gourmet kötü iş çıkardı diye değil, internete yenildiği için kapanmış olacak.

NYT’ın Sabah anlaşması

Gourmet kapandı ama New York Times’ın (NYT) direnişi umut verici. Kurdukları şarap kulüplerinden fuarlarda tişört satmaya kadar her yolu deniyorlar. Ve en önemlisi, içerik satıyorlar. Geçen hafta ilk baskısı çıkan, Sabah Gazetesi’ne sattıkları hafta sonu ilavesi de bu projenin bir parçası.
Büyük olma iddiasındaki bir gazetenin başka bir gazetenin içeriğine para vermesini eleştirebilirsiniz. Hele o para verdikleri gazetenin basıldığı kentte, New York gibi bir yerde, bir muhabiri bile yokken bunu yapması işi daha da tartışmalı hale getirebilir. Ancak konuya NYT açısından bakarsanız, çok başarılı bir iş olduğunu kabul etmek gerek.
Bir süre önce NYT’ın genel müdürü ile yapılmış bir röportaj okumuştum. 25 ülkenin gazetesine kendi logolarıyla nasıl içerik sağladıklarını anlatıyordu. Niye başka dillerde kendiniz basmıyorsunuz diye sorulduğunda da, “Düşündük ama çeviri bir bilim değil, sanattır. İyi çeviri de çok pahalıdır” diye cevap veriyordu.
NYT’ın geliştirdiği ve yıllardır devam ettirdiği bu yöntem, iyi içerik hedefleyen bütün yayın organları için bir seçenek anlamına geliyor. Çünkü bastığınız yazılar, araştırmalar iyiyse, bir saygınlığınız varsa, siz de gidip başka ülkelerin gazetelerine kendi logonuzla içerik satabilirsiniz demek oluyor. Ve NYT yaptığına göre, içeriğini sağlam tutan tüm saygın gazetelerin ayakta kalmak için bir şansı olduğunu kanıtlıyor.

Reklamveren politikleşirken

Hikâyeyi aşağı yukarı biliyorsunuz. Taraf tutma, hakaret etme konusunda her gün birbirini geçmeye çalışan Amerikalı haber sunucularından biri, 2 ay önce Obama’ya yayında “ırkçı” dedi. Çok tartışıldı. “Nasıl der” denildi vesaire... Ama o olaydan sonra Amerika’da daha önce örneği pek yaşanmamış bir kampanya oluştu. Sivil toplum, hakareti eden Fox News anchor’ı Glenn Beck’in programına reklam verilmemesi için şirketlere baskı yapmaya başladı.
Boykot çağrısına önce birkaç şirket katıldı. Aralarında Procter&Gamble gibi devlerin de olduğu firmalar Fox News’la yapılan reklam anlaşmalarından Beck’in programını çıkarttılar. Gerekçe olarak da, potansiyel müşterilere karşı programda yayınlanan fikirleri destekliyor görünmek istemediklerini söylediler.
Sonra boykot büyüdü. Walmart’tan Best Buy’a, CVS’e ülkenin en büyük perakendecileri de destek verdi.
Yetmedi. Sivil toplum daha da bastırınca UPS gibi bazı şirketler Fox News ile olan reklam anlaşmalarını tümüyle iptal etti.
Bugün Beck’i Amerika’da 80’in üzerinde şirket boykot ediyor. Ancak Beck’in programı da, bu boykot sayesinde her gün reytingini artırıyor. Öğlen saat 5’te yayınlanmasına rağmen, Fox’un prime time yıldızı Bill O’Reilly’yi dahi geçiyor.
Glenn Beck olayı, şimdi Amerika’da örnek vakaya dönüşmüş durumda. Ve reklamveren açısından da iki farklı sonucu olan bir test konumunda:
1) Sivil toplum boykot etse de, televizyonda ne kadar çok küfrederseniz, o kadar çok kazanırsınız. Ve kanal siz reklam vermeseniz de, başka birilerini bulur, bu durumu mutlaka paraya çevirir.
2) Küfrederek başta reyting alırsınız. Ama uzun vadede, kararlı bir boykotta reklamveren baskısına dayanamaz yok olursunuz.
Ne kadar dikkat çekip ne kadar para kazanacağınız çok ince bir dengeye bağlı. İki seçenekten hangisinin doğru olduğunu göreceğiz.
Yazarın Tüm Yazıları