Laiklik dayatılmasaydı demokrasi olmazdı

AVRUPA Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin AB üyeliği için gerekenin tam demokrasi ve demokratik laiklik olduğunu söyledi.

Barroso’nun demokratik laiklik kavramı, ülkemizde de bazı çevrelerde yandaş buldu. Zaten kulağa da hoş geliyor.

Normal olanı da bu zaten! Laiklik, demokratik bir süreç çünkü! Demokrasi ile birlikte gelişip, güçlenen ve bireysel hakların hiçbir baskı altında kalmadan kullanılabilmesine olanak sağlayan bir süreç.

Barroso, Slovenya’da yaptığı bu konuşmada Türkiye ile ilgili iki noktanın altını çizdi:

1- Laiklik zorla dayatılmaz.

2- Türiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke ve demokrasinin böyle bir ülkede yaşaması çok önemli. Dünyada böyle bir örnek daha yok.

Barroso Bey’in anlamakta zorlandığı şey de tam bu zaten.

Türkiye, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülke ama iyi kötü bir demokrasisi var, hızla gelişiyor, yakında AB üyesi olabilecek kadar da gelişmeye eğilimi var!

Mesele şu: Türkiye’de laiklik, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki çok özel ortamda "zorla dayatılmamış" olsaydı, bugün bir Türk demokrasisinden de söz edemeyecektik.

Türkiye’yi, Barroso’nun deyimiyle "tek örnek" yapan şey bu.

İnsanların, bakire kızlarla gecede 60 kere seks yapabilen şeyh hikáyelerine bile kolayca inanabildikleri bir ülkede, başka çare yoktu çünkü.

Bugün de "Demokrasi mi, laiklik mi?" diye bir soruyla karşı karşıya değiliz. Biri olmadan, ötekinin olamayacağını biliyoruz çünkü!

Bunları kolay elde etmedik, kolay da bırakmayız. Kimse heveslenmesin!

Kraliçe’ye benden bir pırlanta gerdanlık!

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Büyük Britanya Kraliçesi’nin hatırına "smokin" giyecekmiş.

Böylece Türk siyasal İslamcıları açısından bir devrim gerçekleşmiş olacak.

Malum, bu beyler smokin giymiyorlardı ki "gavura benzemesinler"!

Çünkü kime benzersen, onun gibi oluyorsun, buna inanıyorlar.

Kafanın içi değil, vücudun dışı önemli yani. "Gardırop Müslümanları" diyorum bunlara.

Takım elbiseyi, yakalı gömleği ve kravatı sanki Müslümanlar icat etmiş gibi, onları giyebiliyorlar ama smokin abdest bozuyor.

Bu "Gardırop Müslümanlığı" meselesine yine döneriz. Çünkü Cumhurbaşkanı ile eşinin fotoğrafını gazetede görünce aklıma malum konu geldi yine.

Hatırlayacaksınız, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Cumhurbaşkanı’na yabancı devlet adamları tarafından verilen armağanların "kişisel" olduğunu iddia etmişti.

Şimdi bu iddiayı uluslararası alanda test etme olanağımız var.

Çünkü misafir İngiliz ve onlar bu konuda yüzyıllar öncesine dayanan geleneklere sahipler.

Önerim şu: Cumhurbaşkanımız, Kraliçe’ye bir armağan versin istiyorum. Bu armağan, Suudi Kralı’nın, Hayrünnisa Hanım’a verdiği hediyenin bire bir aynısı olsun.

Hiç kuşkum yok ki Kraliçe böyle bir hediyeyi kabul etmeyecek. Hatta böyle bir hediyenin varlığından haberi bile olmayacak çünkü İngiliz diplomatlar en başından buna izin vermeyecek.

Ben yanıldıysam, Kraliçe bu armağanları çok beğenip, alıp da giderse okuyucularımın önünde söz veriyorum ki hediyelerin bedelini Hazine’ye ben ödeyeceğim.

Maaşımdan taksitlerle de kesebilirler, evimi satıp peşin de tahsil edebilirler.

Görelim bakalım, böyle bir hediyeyi kabul edebilecek bir "devlet adamı" çıkacak mı?

Uçurtma Avcısı!

ÇARŞAMBA öğlene doğru Floransa’daki Piazza Republica’daki bir kafeye oturdum. İlkbahar güneşinin altına! Tatlı bir esinti burnuma Arno’dan çürümüş yaprak kokusu getiriyordu.

Halid Hüseyni’nin (kitabın kapağında neden Khaled Hosseini yazdığını çözebilmiş değilim) Uçurtma Avcısı’nın kapağını açtım. (Çeviren: Püren Özgören, Everest Yayınları.) Ve o andan itibaren kıskançlıktan çatladığımı söylemeliyim. Çocukların her birinin kendisini dünyanın en önemli insanı zannedebileceği bir evde büyüdüm.

Sanırım bu nedenle kıskançlık bana yabancı bir duygu. Ama profesyonel deformasyonum nedeniyle önce Amin Maalouf’u kıskanmıştım, önceki gün de Hüseyni’yi. Kitabın son sayfasını çevirdiğimde artık akşam karanlığı çökmüştü, masamın kenarındaki kovada da bir şişe şampanya ters çevrilmiş duruyordu.

Son zamanlarda beni bu kadar çok etkileyen bir roman okuduğumu hatırlamıyorum.

Romandan bir film de çekilmiş.

Sovyet işgaline kadar Afganistan ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. O günden beri de neler olup bittiğini göz ucuyla da olsa izlemeye çalıştığım bir ülke oldu.

Son 25 yılda yerlisi, yabancısı dünyanın bütün güçleri sanki bu ülkeyi mahvetmeye yemin etmiş gibi hareket etti. Ve başardılar da!

Romanı okurken Doğu’ya özgü sadakat ile sarmalanmış, karşılık beklemeyen bir sevginin insan yaşamında ne kadar önemli olabileceğini gördüm.

Türkiye’den, tanıdığım insanlardan izler buldum. İnsanlara "Şunu oku, bunu oku" diye tutturan tiplerden değilim ama bu güzel romandan haberdar olun istedim.

Bu hafta sonu okuyacak bir şeyler arıyorsanız, Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı’nı öneririm.
Yazarın Tüm Yazıları