Paylaş
Fotoğrafçı, uzun zamandır fotoğrafını çekmek için peşinde koştuğu ve “hayalet kedi” olarak bilinen kar kaplanının peşinden dünyanın bir ucuna gitmiştir.
Zor koşullarda, adeta bir fotoğrafçının “siperi” olarak tanımlanabilecek bir noktaya fotoğraf makinesini konumlamış, o anın gelmesini beklemektedir...
Nihayet kar kaplanı ortaya çıkar.
Fakat fotoğrafçı yerinden hareket etmez. Deklanşöre basmaz. Sadece izler.
Kar kaplanı gözden kaybolana kadar onu izler.
Walter Mitty ona “Neden çekmiyorsun?” diye sorduğunda “Bazen bir andan keyif aldığımda onu sadece kendime saklarım” yanıtını alır.
Uğrunda canını bile tehlikeye attığı an öyle güzeldir ki, onu hiçbir fotoğraf karesine sığdıramayacaktır...
Doğru ya...
Bazen öyle bir atmosferin içinde bulursunuz ki kendinizi, kameranızı nasıl tutarsanız tutun, hangi açıyı verirseniz verin sığdıramazsınız o keyfi dört köşeli bir alanın içine. Kare, “ruhsuz”, eksik kalır; sanki elinizde tuttuğunuz makinenin tarifi olmayan bir tuhaflığı vardır...
Yeni bir eve taşındık. Planı eski evimizin aynısı.
Uzaklarda yaşayan dostuma evin neye benzediğini göstermek için fotoğraflarını çekiyorum.
Fotoğraf makinesinden çıkan sonuçta bir gariplik var yalnız... Dijital fotoğrafa bakıyorum, resmen eski evimizin salonu.
Eski evimizin odaları.
Mobilyaların yerleşimi, renkler, detaylar öncekinin aynısı.
Eski evi bilen herhangi birine göstersem, bunların yeni evin fotoğrafları olduğunu anlamaz.
Fakat başımı ekrandan kaldırıp gerçeğine baktığım zaman... İşte bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
Ev başka ev. Plan aynı ama “ruhu” farklı.
Enerjisi, insanda uyandırdığı his farklı.
Fotoğraf gösteremiyor işte onu.
İki evi birbirinden siyahla beyaz kadar ayıran fark, fotoğrafların gösteremediği de tam olarak işte bu.
“Atmosfer”in fotoğrafını çekemiyorsunuz.
Her nasıl çok keyif aldığınız bir anı o kareye sığdıramıyorsanız, atmosferin sizde uyandırdığı duyguyu, evin enerjisini gösteremiyorsunuz.
“Mekan atmosferi” ya da “keyif” denen hadise çok boyutlu çünkü. Kulağınızın duyduğu bir ses, aralıktan sızan güneş, rüzgarın sesi, ağaçların uğultusu... Onlar olmadan sırf görüntü, tek kelimeyle “kuru”...
İnsanın ruhu gibi evlerin de ruhu olduğunu düşünürüz ya hani...
“Can” değil belki ama görüntü ses, koku ve duyguyla karışınca bir tür “can” oluşuyor esasında. İşte o “can” da fotoğrafa sığmıyor.
Çağımızın “her anı belgelemeliyim”ci haletiruhiyesi bu detayı algılamamıza müsaade etmiyor tabii. Her dakikayı fotoğraflamaya odaklanmışız, aradaki “ruh” farkı kaçıyor gözden. O anın içinde bulunmanın keyfini çıkarınca “bunu belgelemeliyim” hissi baskın geliyor.
Fotoğrafını çekiyoruz ama o anı yaşamasak da olur. Biz tadını çıkaramadan gelip geçiyor çünkü. Keyifli bir anı belgelediğiniz fotoğrafa sonra tekrar baktığınızda hiç o anki hisse geri döndüğünüz oluyor mu?
Benim pek olmuyor açıkçası...
“Şu anı belgelemeliyim, yoksa burada bulunmamın hiçbir anlamı olmayacak” saplantısından kurtulmalı.
Aylarca peşinden koştuğu kare karşısına çıktığında, fotoğraf çekmek yerine bunun zevkini çıkaran fotoğrafçı gibi olmalı.
Elimizde telefon, önümüzde bilgisayar, çantamızda tablet yolmuş gibi davranmalı...
Hangi yılda, hangi günde, hangi coğrafyada yaşadığımızı unutmalı.
Bazen bir, bazen beş dakika. Kim bilir, belki bir saat.
İmkan olduğunda birkaç gün.
Başka türlü hayattan keyif almanın bir yolu
var mı?
Paylaş