Güncelleme Tarihi:
Uzaylıların neye benzediği, Dünya'yı ziyaret edip etmeyecekleri, insanlarla iletişim kurmaya çabalayıp çabalamadıkları, gökbilim camiasında uzun süredir tartışılıyor. Bilim kurgu romanlarından yüksek gişe yapmış sinema filmlerine kadar görsel sanatlardaki uzaylı tasvirleri de bu tartışmayı alevlendiriyor.
Uzun yıllar boyunca büyük gözlü, yeşil, insansı figürler olarak resmedilen dünya dışı varlıkların gerçekte nasıl görünebilecekleri ise halen tartışma konusu. Bazı uzmanlar Dünya dışı türlerin, bulundukları gezegenin koşullarına göre şekilleneceği görüşünü paylaşsa da kimse net bir tanım yapamıyor.
Aslına bakılırsa dünya dışı varlıkların neye benzediği ilk kez Ekim 1961 yılında Betty ve Barney Hill çiftinin yaşadığı bir olayla bilim insanlarının gündemine girdi.
ABD’nin New Hampshire eyaletinde yaşayan çift, uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını iddia etmişti. Uzaylılar tarafından kaçırılan ilk kişiler olarak kayıtlara geçen Hill çifti, bir ışık huzmesi içinde beliren uzay gemisinin içinden çıkan 10 kadar Dünya dışı varlıkla karşılaştıklarını ve 2 saat boyunca bilinçlerinin kaybolduğunu iddia etmişti.
Kamuoyunda büyük yankı uyandıran olay, farklı cisimlerdeki uzaylılar tarafından kaçırılma tehdidinin o gün bugündür canlı kalmasını sağladı. Hill'lerin hikâyesi Hollywood tarafından beslenip, başka kaçırılma iddialarının da ortaya çıkmasına yol açtı.
KOLEKTİF HAYAL GÜCÜ E.T. İLE ŞEKİLLENDİ
Peki ama dünya dışı varlıklar gerçekte neye benziyordu?
Kimisi koca kafalı, cam gözlü ve yeşil derili insan figürlerinden, kimisi de küçük boylu ve gri derili siluetlerden bahsediyordu. Kitlelerin zihnindeki “uzaylı” imgesini asıl şekillendiren şey Hollywood’daki sanat yönetmenlerinin yaratıcı çalışmaları oldu.
Extraterrestrials kitabını da kaleme alan bilim ve teknoloji yazarı Wade Roush'a göre, 1960’larda ortaya uzaylı imgesi TV dizileri ve filmleriyle hızla benimsendi. Roush, özellikle Steven Spielberg’ün 1982 yapımı E.T. filmi sayesinde küçük yeşil veya gri adam imajının varyasyonlarının kitleler nezdinde yaygın bilinirlik kazandığını belirtti.
Bu kolektif hayal gücü öncesinde uzaylı tasvirleri ve bizim onlara bakışımız nasıldı?
1900’lerin başında erken dönem bilim kurgunun uzaylıları daha çok fantastik birer kahramanken ne oldu da kan donduran varlıklara dönüştü? Dilerseniz hepimizin merak ettiği garip canlıların nasıl bir değişim gösterdiğine yakından bakalım.
1880’lerin sonlarında yazarlar bilim kurgunun ufuklarını genişleterek uzaylılarla karşılaşmayı hikâyelerine konu etti. 1887'de bilim kurgu yazarı Joseph Henri Honoré Boex Brüksel'de kaleme aldığı Les Xipéhuz’da Antik Mezopotamya’da Ninova ve Babil'in kurulmasından bin yıl öncede geçen bir hikâye anlatıyordu.
Kitabın bir yerinde göçebe bir kabilenin gece dinlenmek için yer ararken "Şekiller" olarak tercüme edilen "Les Xipéhuz" ile karşılaştığını anlatan Boex, bu tuhaf geometrik yaratıkların, uçları yukarı bakan "mavimsi, şeffaf konilere” benzediğini yazıyordu.
Her biri bir insanın yaklaşık yarısı büyüklüğünde olan bu varlıkların bazılarında çizgili işaretler ve Güneş'e benzer göz kamaştıran bir yıldızları bulunuyordu.
YOK EDİLEN ‘YABANCI’
Bilim kurgu dünyasında insansı Dünya dışı varlıklarla ilk karşılaşmaydı bu. İnsanlık “altın çağa” geldiğinde gözünü gezegenimizin dışındaki varlıklara çevirmiş ve yaşanacak karşılaşmaların provalarını yapmaya başlamıştı.
Les Xipéhuz, bu anlamıyla “yabancı” ve “ötekiyle” kurulan ilk temasın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösteren ilk öyküydü.
Öyle ki, kitapta yaşanan savaş sonrası iletişime yer olmadığı anlaşılıyor, yaşanan korku sonucunda vücutlarındaki semboller, ışınlarla iletişim kurmaya çalışan “yabancı”lar yok ediliyordu.
İnsanlık asırlardır başka gezegenlerde yaşamın var olup olmadığı üzerine kafa yoruyor. Antik Yunan filozofu Anaksagoras, derinlemesine bir gökyüzü incelemesinden sonra M.Ö. 450 civarlarında Ay'ın bir tanrı değil, dünya gibi kayadan oluşan bir kaya parçası olabileceğini ileri sürdü.
Anaksagoras’ın bununla da sınırlı kalmayan görüşleri, Dünya’ya benzeyen bu gök cisminde de yaşam olabileceği iddiası ile yeni bir aşamaya ulaştı.
Antik Yunan filozofu, tanrılara karşı işlediği bu günah karşısında derhal ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak Anaksagoras diyeceğini demiş, peşinden gelenler de içinde yaşadığımız gezegenin ötesinde de gök cisimleri olabileceğini düşünmeye başlamıştı.
On yıllar sonra filozof Demokritos, evrendeki maddenin atom adı verilen küçük parçacıklardan oluşabileceği fikrini ortaya attığında başka bir tartışmayı alevlendirmiş oldu. Şayet, maddeyi oluşturan sonsuz sayıda atom varsa, o zaman sonsuz sayıda başka gezegenin de olabileceği düşünülmeye başlamıştı.
TÜRLERİN KÖKENİ İLE BAKIŞ AÇIMIZ DEĞİŞTİ
Başka gezegenlerdeki yaşam fikri oldukça eskilere gitse de, o dönemlerde düşünülen Dünya dışı varlıklar bugün kitaplarda, televizyonlarda ve filmlerde yer alan hayali yaratıklar gibi değildi.
Wade Roush'a göre, “O zamanlarda insanlar uzaylıların neye benzediklerini düşündüklerinde, tıpkı bizim gibi olacaklarını varsayıyorlardı. Uzaylıların zekâları ve üst seviyedeki bilinçleriyle temelde insana benzedikleri düşünülüyordu” ifadesi kullanıldı.
Ancak bu durum 1859 yılında değişti. Charles Darwin'in Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine adlı çalışması bilimkurgu dünyası üzerinde muazzam bir etki yarattı. Roush, "O tarihten sonra, uzaylıların alabileceği şekle dair hayal gücümüz de çok daha geniş bir yelpazeye ulaştı” saptamasını yaptı.
Joseph Henri Honoré Boex’un öyküsündeki geometrik yaratıkların yerini çok geçmeden daha “kompleks” canlılar almaya başlayacaktı. 1898’de H. G. Wells tarafından kaleme alınan Dünyalar Savaşı’nda uzaylılar ilk kez “canavar” formunu almaya başlamıştı.
Wells hayal dünyasında dokunaçlara ve gaga benzeri ağızlara sahip ve bedensiz kafalar olan Marslıları yaratmıştı. Bu yaratıklar eşeysiz olarak ürüyor ve pipetlerle çekip vücutlarına enjekte ettikleri taze insan kanıyla beslenerek hayatta kalıyordu.
Wells'in tasvirini, "Biraz böceklere, biraz ahtapotlara, biraz da yengeçlere benziyorlar” sözleriyle açıklayan Wade Roush, “Bu çalışma ile 19'ncu yüzyıldan itibaren çok ürkütücü, insana benzemeyen uzaylılar ortaya çıktı. Çünkü insanlar evrenin başka yerlerinde çok farklı yaşam biçimleri olacağını düşünmeye başlamıştı” ifadesini kullandı.
Sonraki on yıllar boyunca bilim kurgu edebiyatta uzaylı figürleri değişim göstermeye başladı. 1901’de yayımlanan Aydaki İlk İnsanlar’da böceğe benzeyen Selenitler, 1934’te kaleme alınan A Martian Odyssey'de ortaya çıkan flamingoya benzeyen Tweeller ve hatta 1937’de Star Maker'da ortaya çıkan göz kamaştıran bilinç sahibi yıldız benzeri canlılar bu dönemin ürünüydü.
HOLLYWOOD SİNEMASI İLE GELEN DEĞİŞİM
19'uncu yüzyılın sonlarında gelişim gösteren Hollywood sineması bu zihin yakan dünyaya girme kararı verdikten sonra uzaylılar hakkında düşüncelerimiz baştan sonra değişti. İlgi çeken ve korku uyandıran uzaylı imgesi beyaz perdeye yansıdığında, merakla beklenen yaratıkların dünya için bir tehdit oluşturduğu fikri öne çıktı.
Yaşanan dönüşüme ilişkin konuşan Wade Roush, “Dönem şartlarına bakacak olursak uzaylı karakterinin insanlaştığını görürüz. Bunun nedeni de bir adama uzaylı kostümü giydirip kamera karşısına geçmesini sağlamanın kolay olması. Bu yarı mürekkep balığı, yarı böcek hayal etmekten çok daha kolaydı” dedi ve ekledi:
“Böylece, Hill çifti gibi insanlardan alınan ilhamla, iki ayağı üzerinde yürüyen ‘tekinsiz’ yaratıklar standart hale geldi. Star Trek gibi dizilerde bile, neredeyse tüm uzaylıların insana benzemesi bütçe nedenleriyle bu seçeneğin oldukça cazip görülmesiyle alakalı."
YAPAY ZEKÂ İLE HER ŞEY ÇOK DEĞİŞTİ
Ancak teknolojinin dönüşümüyle birlikte uzaylı kavramında da ciddi değişim ve dönüşüm yaşandığına tanıklık ettik.
Güçlü işlemcileri bulunan bilgisayarlar tarafından en ince ayrıntısına kadar tasarlanan Dünya dışı varlıklar, yapay zekânın da etkisiyle daha farklı formlar almaya başladı. Roush günümüzde işlerin yeniden tuhaf bir hâl almaya başladığını belirtti.
Bunun en bilinen örneği, 2016 yılında vizyona giren Arrival filminde ortaya çıkan Heptapodlar adı verilen Dünya dışı varlıklar. Roush, Heptapodlar için, “İletişim kurmak için mürekkep fışkırtan uzantıları oldukça farklıydı. Fiziksel olarak asla var olamayacak bir varlığın 3D tasarlandığını gördük” dedi.
Teknolojide yaşanan dönüşümle ve hayal gücümüzün günden güne genişlemesiyle bilim kurgunun nerelere ulaşabileceğini kestirmek mümkün değil. Belki de uzak gezegenlerde yaşayan canlılardan daha tuhaflarını hayal etmeye devam ederiz.
Fotoğraflar: iStock