Üniversite için İstanbul’a taşındığımız sene, iki genç kızı gurbet ellere saldık pimpiriğine kaptırmış alan ebeveylerimizin "daha nezih ve daha düzayak" diye tercih ettikleri Anadolu Yakası’nda, Selamiçeşme’deki bir evde oturmaya başladık.
Güzel Sokak ile Mustafa Mazhar Bey Sokak’ın kesiştiği köşeye konuşlanmış, üç katlı, eski bir apartmandı.
Bizim, babaanne/anneanne evlerinin ve aile yazlıklarının eskileriyle döşenmiş dökük bekár dairesinin önündeki bakımsız çalı çırpı dolu küçük alanı saymazsanız, sokak, gül ağaçlarıyla dolu bahçelerle çevrili, Bağdat Caddesi’ne birkaç adım mesafede, gerçekten de "nezih" bir sokaktı.
Ve evin ön cephesi, üzerinden otomobillerin geçtiği bir köprünün altından akan tren raylarına bakardı.
Nihayet aşırı korumacı ebeveyn evinden çıkmışız, kapısında bildiri dağıtılan ve dernek üyelik masaları kurulan üniversite kapısından içeri adım atmışız. Ergenliği 80’li yıllarda geçmiş, "Aman çocum etliye sütlüye bulaşma" kuşağındanız. Nihayet, işte nihayet, kendi aklımızı kullanacak, apolitik olmaktan çıkacak, tavır takınacağız.
Ev arkadaşım daha ayakları yere basan bir yaklaşımla okuluna gidiyor, boş zamanlarında harçlığa katkı babında İngilizce özel ders veriyor, İstanbul’un temposuna alışmaya çalışıyor, hayata karışıyordu.
Ben kimbilir hangi gerzek Hollywood filminden kalma, insanın her 9 rakamıyla biten yaşında hayat muhasebesi yapması gerektiğine dair sersem bir repliğe takılmışım; evden sevdiğim birkaç hocanın dersine ve sinemaya gitmek haricinde hiç çıkmıyor, oturup 19 yıllık kıçıkırık hayatımın muhasebesini (!) yapıyor, varoluşçu sorularda boğuluyordum.
Ve ne zaman trençkotunu ve fötrünü başka bir yerde unutmuş Humphrey Bogart edasıyla içeriden dışarıya buğulu buğulu bakmaya kalksam, köprünün ayağına sprey boyayla yazılmış (Ona graffiti demek ne derece doğrudur bilemiyorum) o duvar yazısını görüyordum:
KAHROLSUNSUN DEPECHE MODE’CULAR! İmza: BROS’ÇULAR!!!
Hadi bakalım benim bütün ezber silbaştan dağılıyordu. Onu görüyordum ve ne egzistansiyalist sorular, ne muhasebe denklemleri, ne geçmiş, ne gelecek, ne de tavır kalıyordu. Ne kadar acıyla yoğunlaşmaya çalışsam da gülmekten kendimi alamıyordum.
30’undan genç arkadaşlar, muhtemelen Bros grubunun ismini bile bilmez. Tek şarkılık şöhret yakalamış, sarışın, bebek suratlı ve ikiz iki İngiliz kardeşin kurduğu, aptal bir müzik grubuydu.
Ama işte gelin görün ki denizler ötesinde bir ülkede, kahrolsunlu mahrolsunlu bir duvar yazısına konu olabiliyordu.
Bizim ola ola ancak o kadar politize olabileceğimize, yani bizden bir bok olmayacağına dair ümitsizliğe kapılıyor, sonra yine müzik setine sevdiğim albümlerden birini yerleştiriyor ve meftunu olduğum çocuğun nehir gözlerini düşünmeye başlıyordum.
Bu böyle bir-iki sene sürdü.
Şimdi, kel ötesi aláka diyeceksiniz ama yukarıdaki cümlelerde, kafa karışıklığımızın tüyolarını da vermiş olduğum için içim rahat, deyiniz, ne yapayım yani: Biraz bayat haber ama CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, geçenlerde Feraye Tanyolaç’ın özelinde evlenmeden çocuk yapan kadınlara karşı seferberlik başlattığında, gözümün önüne yine o duvar yazısı geldi.
O Canan Arıtman ki, bireysel silahlanmayı savunuyor (Gözümüz aydın, bu aralar devletin şirketi MKEK, kredi kartına 10 taksitle silah satışı kampanyası başlatıyor...), nerede bir abuk icraat, altına imzasını atıyor...
Töre cinayetlerinden kırılan, kendisi tarafından bile olsa tecavüze uğrayan kadınların hamile kalması hálinde katlini vacip sayan erkeklerle dolu bir ülkede, bir kadın milletvekili olarak, çıkış yapa yapa, böylesi saçmasapan bir "ahláki" çıkış çıkıyor.
Deli gönül, bir duvar dibi bulup büyük harflerle yazmak istiyor: BİR SONRAKİ HAYATINDA ERKEK OLSUN TELEVOLE CANANLAR! İmza: KADIN VATANDAŞLAR...