Kışın ortasında Montreal’de ne işin var diye sorarsanız yanıtım hazır. Aslında karlar altında, dondurucu soğuk bir havaya yolculuk etmek için insanın ya biraz gözü kara (deli demeye dilim varmıyor) ya da sağlam nedenleri olması gerekir. Bu yolculuk için birden fazla gerekçem vardı: Yakın arkadaşlarım Korkut ve Sedef, yılın belli bir bölümünü Montreal’de geçiriyordu. Ne zamandan beri ısrarla çağırıyorlardı. Bir başka arkadaşım, ünlü yemek yazarı Hülya Ekşigil de bir süreliğine Montreal’e taşınmış, bana oradaki yemekleri, restoranları öve öve bitiremiyor, mutlaka gelmemi söylüyordu.
En önemli neden ise kızım ve eşimin, New York’tan Montreal’e gidecek olmalarıydı. Kızım, doktora için başvurduğu okullardan biri olan Mc Gill Üniversitesi’nde birtakım görüşmeler yapacaktı. Tüm bu nedenler üst üste binince, kışın dondurucu soğuğunda, buz gibi Montreal’e gitmenin zamanı geldiğine karar verdim.
Zürih’ten bindiğim Swiss Air uçağında, üstüme tatile çıkmanın rahatlığı çökmüştü. Uçak kalkmadan önce ikram edilen şampanya, ardından yediğim ziyafeti andıran yemekten sonra rahat koltuğuma gömülüp, uyku ile uyanıklılık arasında gidip gelmeye başladım. Önümde tüketecek tam sekiz saat vardı. Canım ne kitap okumak, ne de film seyretmek istiyordu. Düşünmeye bile üşeniyordum. Arada bir pencereden bulut denizine dalıp gidiyordum.
Saatler sonra kara göründü. Buzlu, karlı soğuk görüntülerdi bunlar. Goose Bay, Newfoundland, Labrador City, Halifax, Nova Scotia... Yıllardan beri bu uzak kentlerin üstünden geçerken, oralara gitme hayalleri kurardım hep. Bu hayallerimi bir kez daha tekrarladım.
İKİ DİLLİ KENTBir süre sonra donmuş nehirleri, gölleri ve karlı tepeleriyle Montreal göründü. Noel ertesi olduğu için havaalanı sakindi. Korkut, Sedef ve benden önce New York’tan gelen kızım ve eşimle kucaklaştıktan sonra hep beraber eve gittik. Bize tahsis edilen bölümün manzarası muhteşemdi. Kent pencereden bir kartpostal gibi görünüyordu. Montreal gezisi anlaşılan çok keyifli geçecekti. Başlangıç bunu gösteriyordu.
Gökdelenler kentin sadece merkezindeydi. Diğer cadde ve sokaklar, iki-üç katlı tuğla evlerle süslenmişti. Gece pencereden ışıl ışıl parlayan kenti seyretmeye çalıştım. Ama zaman değişimi yüzünden gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. İlk geceye erkenden teslim oldum.
Ertesi gün, lapa lapa karlı bir güne gözlerimi açtım. Kent birdenbire bembeyaz olmuştu. Dostlarımızın mihmandarlığında erkenden kent turuna başladık. Montreal, Quebec eyaletinin en büyük, Kanada’nın ise ikinci büyük kentiydi. Orada kaldığımız dört günde gitmediğimiz semt, yürümediğimiz sokak kalmadı. Montreal, Amerika kıtasındaki hiçbir kente benzemiyordu. Avrupalı bir dokuya sahipti. Dünyanın en gözde sanat ve kültür merkezlerinden biriydi. Her yerde iki dil hakimdi. Fransızca’nın ve İngilizce’nin birbirine geçtiği ender yerlerden biriydi. Montreal, Paris’ten sonra Fransızca konuşulan en büyük şehirdi ama Frankofonların Fransızca inatları burada yoktu. İngilizce konuşmaktan hiç gocunmuyorlardı.
YERALTINDAKİ DÜNYAGezimiz sırasında en çok oyalandığımız yerlerden biri de eski kent oldu. Parke taşı döşeli caddeleri, 18. yüzyıldan kalma 2-3 katlı tuğla evleri ile burası kimi zaman bir Fransız kentini, kimi zaman Londra’nın bir sokağını, kimi zamanda İskoçya’daki bir kasabayı andırıyordu. Daracık sokaklara yan yana galeriler sıralanmıştı. Burada her keseye uygun resim bulmak mümkündü. Galerilerden arta kalan yerlerde ise antikacılar tezgah açmıştı.
İnternetteki hava durumunu gösteren siteye inanıp buraya en kalın giysilerimle gelmiştim. Lapa lapa kar yağmasına, nehirlerin, göllerin donmasına rağmen hava üşütmüyordu. Onun için kat kat giysilerimin altında terden sırılsıklam oluyordum. Aslında kent çok soğuk havalar göz önüne alınarak dizayn edilmişti. Soğuk kış günlerinde kent yerin altına çekiliyordu. Metro ile tüm alışveriş merkezlerine ulaşılabiliyordu. Hatta yerin üstüne hiç çıkmadan, akşama kadar yeraltında dolaşmak, eğlenmek, karın doyurmak mümkündü. Yerin altındaki pasajların uzunluğu 32 kilometreyi buluyordu. Birçok otelin girişi de yerin altındaydı. Yeraltında tam 1700 mağaza vardı. Ayrıca yüzlerce ofis, onlarca sinema, restoran, tiyatro hatta birkaç da kilise vardı.
Ama yine de sokakları boş görmedim. Kar yağışına rağmen bir sürü insan, "üst dünyada" acelesiz, telaşsız konuşa konuşa yürüyüşlerini sürdürüyorlardı. Bu kentte bir Akdeniz havası gözledim. Ne de olsa konuştukları dil Akdenizliydi. Bu Akdenizlilik St. Laurent Caddesi’nde kendini daha da belli ediyordu. Kentin Katolik ve Fransızca konuşan doğu yakası ile Protestan ve İngilizce konuşan batı yakasını ayıran bu caddenin Avrupalı bir görüntüsü vardı. Kahveler, barlar, restoranlar, küçük şık butikler, şarküteriler hep bu cadde üstüne sıralanmıştı.
Ayrıca burası kentin etnik yapısını en iyi yansıtan yerlerden biriydi. Burada Avrupa’dan, Latin Amerika’dan, Rusya’dan, Afrika’dan izlere rastlanıyordu. Kimi bir restoran, kimisi butik, kimisi kahve olarak kendi kültürlerinden örnekler sunuyorlardı. Sedef’in önerisiyle girdiğimiz La Vieille Europe adlı şarküteride sergilenen peynir ve et mamullerinin karşısından uzun süre ayrılamadım. Bence burası St. Laurent’in en kutsal mekanlarından biriydi.
ÖĞRENCİ CENNETİMontreal aynı zamanda bir üniversite kentiydi. Buradaki dört üniversitede tam 125 bin öğrenci öğrenim görüyordu. Dünyanın dört bir yanından gelen bu öğrenciler kente dinamizm ve renk katıyordu. Ünlü McGill Üniversitesi kampusları, derslikleri, evleri, kütüphaneleriyle kentin dört bir yanına kol atmıştı. Yeşil alanlarla bütünleşmiş binalarını gördükçe, içimden yeniden öğrenci olmak geçiyordu. Öğrencinin bol olduğu yerde en gözde ulaşım aracı bisikletti. Üniversite binalarının önleri bisiklet pazarını andırıyordu. Kentte tam 660 kilometre uzunluğunda bisiklet yolu vardı.
Korkut, gezilerimizden birini kentin simgesi Mount Royal’e yapmamızı önerdi. Kendisi Montreal’in ortasında yükselen tepeye koşarak çıkacak, biz de onu arabayla izleyecektik. Böylelikle o, önümüzdeki aylarda yapılacak triatlon yarışına hazırlanacak, biz de çevreyi görecektik. Sönmüş bir volkan olan tepeden kentin tümünü görmek mümkündü. Tepeyi kaplayan ormanların içinde kimi yürüyüş yapıyor, kimi kızak kayıyor, kimi kardan adam yapıyordu. Bizden biraz sonra zirveye ulaşan Korkut, nefes nefese kenti kuşbakışı anlattıktan sonra, tekrar koşarak inişe geçti. Onun bu halini görünce hareketsizliğimden utandım, arabayı terk edip tepeyi yürüyerek inmeye karar verdim. Soğuk, kar ve yerlerdeki buz yüzünden bu kararı verdiğime bin pişman oldum.
Ben dondurucu soğuk altında gördüğüm Montreal’i çok sevdim. Korkut ve Sedef bir de yaz aylarında görmemi önerdiler. Gürül gürül akan nehirler, nehir boyunca koşanlar, yürüyenler, kaldırım kahvelerinde oturanlar, sokak çalgıcıları, yemyeşil tepeler, lezzetli restoranlar... Tüm bu görüntülerin beni kente aşık edeceğini söylediler. Gerçekten de bu kent, Avrupa’nın kültürüyle Amerika’nın zenginliğini birleştirmiş, yaşanması çok keyifli kentlerden biriydi. Karlı bir sabah arabayla Amerika sınırına doğru giderken, yazın bir kez daha buralara gelmeye karar verdim. Montreal’i de "Benim Kentlerim" listesine eklemiştim artık.
Montreal’de sadece sokak sokak gezmedim. Yeme-içme işini bilenlerin eşliğinde çok lezzetli yemekler de yedim. Kentteki lezzet turunu da gelecek hafta anlatmaya çalışacağım.
AVRUPALI KENTMontreal’in Avrupalı yüzünün sergilendiği diğer cadde ise St. Denis’ti. 1860’lı yıllarda gri taşlarla yapılan dik çatılı iki katlı evler caddeye Kuzey Avrupa’dan esintiler getiriyordu. Yolda yürüyen kalabalıkları daha çok gençler oluşturuyordu. Burası aynı zamanda Montreal’in kültür merkezlerinden biriydi. Kent kütüphanesi, en eski tiyatro, sinematek bu caddede yer alıyordu.
HER AY BİR FESTİVAL
Montreal ayrıca bir festivaller kentiydi. Kent yılın her döneminde ayrı bir festivale ev sahipliği yapıyordu. Özellikle yaz aylarında coşku ayyuka çıkıyordu. Temmuz ayı boyunca caz festivali kenti kucaklıyordu. Montreal’in 50 değişik noktasında kurulan sahnelerde dünyanın en ünlü caz sanatçıları sanatlarını icra ediyorlardı. Sinema Festivali de dünyanın en önemli film festivalleri arasında yer alıyordu. Kentte neredeyse her konuda festival düzenleniyordu: Komedi, havai fişek, bisiklet, tiyatro, bira, kar festivali...