Baba, son derece kararlı. Beni ve Alya’yı acil bir toplantıya çağırıyor. Kısa bir an yüzümüze bakıyor ve en ciddi haliyle konuşmaya başlıyor:
‘Arkadaşlar! Başımıza gelenlerin bir tek nedeni var: Disiplinsizlik. Ben bu işlerden anlamam ama bildiğim tek şey, bebeklerin sevgi kadar disiplin ve düzene de ihtiyaç duyduğu. Tatilin ilk günü Como’da kötü bir tecrübe yaşadık. Kimseyi suçlamıyorum ama sebebi, Alya’yı fazla özgür bırakmamız. Çocuğun dengesi şaştı. Bundan sonra yapılacakları açıklıyorum:
07.00 Kalkış
07.05 Alya’yla yatak keyfi
07.15 Altı temizleniyor, eli yüzü siliniyor
07.20 Babanın göğsündeki kanguruda
07.25 Temiz hava alıyor, etrafı inceliyor
07.30 Bu kadar açlık yeter! Meme istiyor. Anne emziriyor. Göl kenarında, deniz kenarında, kahvaltı salonunda fark etmez.
10.00 Yorgun düşüyor, uyku saati. Ne kadar uzun kestirse, o kadar kár
11.00 Gelsin meyve püresi. Baba yediriyor
11.30 Oyuna ve cafe’lerdeki tanımadığı insanlarla flörte devam
13.00 Öğle yemeği. Anne her zamanki gibi meme veriyor.
14.00 Güzellik uykusuna yatıyor. Mümkünse otel odasına dönülüyor, perdeler kapatılıyor. Fonda Baby Mozart ya da Elvis for Babies. Anne ninni söylüyor. Genellikle Alya yerine baba uykuya dalıyor.
16.00 İkinci yatak keyfi. Alya, öpücük manyağı oluyor. Bu duruma sinirleniyor.
17.00 Sebze püresi zamanı. Anne yediriyor.
17.30 Kanguru ya da pusetle günün son keşif gezisi.
19.30 Banyo zamanı. Anne baba birlikte yıkıyor. Kremleniyor, mis gibi oluyor. Giyinirken mutlaka bağırıyor, çünkü o hep çıplak olmak istiyor.
20.00 Günün son yemeği. Anne, tekrar meme veriyor. Ve kimseyi uğraştırmıyor, mışıl mışıl uyuyor. Di mi Alya?!’
*
İnanmayacaksınız ama...
Kuralları koyunca, hayatımız düzene giriyor.
Yeni dişi çıkan Alya’nın da keyfi yerine geliyor.
Meğer, çocuk düzen ve disiplin istermiş.
Günde en az 2 kez uyumak istermiş.
Güvenimiz yerine geldi.
Kim tutar artık bizi.
Arabamıza atlıyoruz, baba şoför mahalinde, biz Alya ile arka koltuğa kuruluyoruz.
Ver elini Portofino...
*
I found my love in Portofino...
Bulunduğumuz yer, işte o şarkının mekanı. Şahane, küçücük, minicik bir liman. Ve şarkıda yerini bulan dalgaların sesi ‘Foşşşşşşşşşşşş’, Portofino’nun simgesi.
Bir şarkıyla bir kasaba dünya çapında nasıl ünlü olur örneği budur.
Nedense, bana Simi’yi hatırlattı, Simi’de de zaten İtalyan etkisi vardı. Ama Simi’nin minyatürü. Film seti gibi bir yer. Acayip romantik. Pastel renkler, yemyeşil panjurlar, kepenkler. Uyumlu. Ve doyumlu bir yer.
Como, Portofino’nun yanında fazla sofistike ve snob kalıyor. Burası, bildiğin küçücük bir balıkçı kasabası. Ne var ki, fiyatlar büyük. Biraz pahalı yani. Ama beni Como’dan daha çok etkiledi bilesiniz. Tabii bir annenin bu yargısında bebeğinin Portofino’da sorun yaratmamış olmasının da etkisi bir hayli yüksektir.
O kadar sevdim ki, ‘Acaba göbek bağını buraya mı gömsek?’ diye bile düşündüm.
Çünkü en çok istenen şey, aşk ve huzur, bir aradaydı Portofino’da.
Bu kasabada iki gün kaldın mı ahaliden oluyorsun, herkesi tanıyorsun. Selam veriyorsun, selam alıyorsun. Bakkal, çakkal, kasap... Resepsiyonda çalışan kadının karşıdaki tostçuyla ilişkisi var. Yakışıklı deniz taksicisi de bence marketin kızıyla kırıştırıyor. Babasının göğsündeki kanguruda dolaşan Alya’yı da artık bütün Portofino tanıyor.
Öyle bir yer işte.
Bütün gün o cafe senin, bu cafe benim oturuyorsun. Denize karşı. Gelen geçen herkese gülümsüyorsun. Bira içiyorsun, kahve içiyorsun, araya şarap karıştırıyorsun. Bazen bir dondurma attırıyorsun. Küçük dedikodular ve hayat önünden akıp gidiyor.
Bir de çeşit çeşit tekneler, yatlar, yelkenliler...
Limana giren her yeni tekne, insanlarda gözlü görülür bir hareketlenme yaratıyor.
Patır patır iskeleye koşuyorlar.
Cafe’lerdeki dedikoducu gözler de haliyle oraya çevriliyor.
Gelen kimin nesi, kimin fesi mutlaka araştırılıyor.
Hatta bazıları operadaymış gibi cebinden küçük dürbünlerini çıkarıp dikizliyor.
*
Otelimiz meydanda.
Bingo!
Portofino’nun bütün sosyal hayatına hakim durumdayız. Uçuşan tüller ve bembeyaz oda, Alya’nın içini açıyor. Odamız da balkonundan çiçekler sarkan küçük bir terasa açılıyor. Yani Alya uyurken anne ve baba pekala o terası da kullanabilir. Akşam yemeğini orada yiyebiliriz mesela. İyiiiiii. Çünkü bu yemek meselesi bizi zorluyor.
Normal insanlar 20.30, 21.00 gibi akşam yemeği yer değil mi?
Alya o sırada genellikle uyuyor oluyor.
Pusette yanımızda uyuyorsa, sorun yok.
Ama odada uyuyorsa 7 aylık çocuğu yalnız bırakıp çıkacak halimiz yok.
Ne yapıyoruz?
Garsonumuz Vincenzo sağ olsun, bize denizin dibinde bembeyaz örtülü, mumlu, 2 kişilik şahane bir masa ayarlıyor. Sevgilim de ben de Alya uyuduktan sonra, akşam yemeği için hazırlanıyoruz. Sevgilim beni öpüyor. ‘Birazdan gelirim beni bekle’ diyor. Gidip salatasını ya da ana yemekten önce ne yiyecekse sipariş ediyor, şarabını söylüyor. İçmeye başlıyor. Vincenzo ile sohbet ediyor. 45 dakika sonra odaya geliyor, ‘Hadi sıra sende’ diyor. Bu sefer akşam yemeği için takmış takıştırmış halde ben gidiyorum, Vincenzo ile selamlaşıyorum. Sevgilimin oturduğu yerin tam karşısına geçiyorum. Ben de şarabımı söylüyorum, sevgilimin kadehine ‘Şerefe!’ yaparak şarabımı içmeye koyuluyorum ve mehtabın tadını çıkartıyorum. Sanki sevgilim karşımda oturuyormuş gibi hissediyorum. Yarım saat 45 dakika sonra ben yukarı odaya çıkıyorum, sevgilim geliyor ana yemeğini yiyor...
Bizimki de böyle işte, bir tür mecburiyetten sanal romantizm.
Ama bu oyunu oynamaktan çok büyük keyif alıyoruz.
*
Aslında dün ağladığıma bakmayın, işler yoluna girdiğinden beri bu seyahate Alya ile çıkmış olmaktan da büyük mutluluk duyuyorum.
Tamam, bazen Camel Trophy kadar zordu...
Ama her şeye değdi. Rüya gibi geçti.
Zihnimdeki unutulmaz tatiller bölümündeki yerini aldı.
Bu seyahatin baştan çıkartıcı unsuru sevgilim ve kızımla baş başa olmamızdı. Artık böylesine hızlı bir hayatta böyle ‘naturel deneyim’ler yaşamıyoruz. Belirli bir süre sürekli birlikte olmak bir lüks. Biz de bu seyahatte bu lüksün tadını sonuna kadar çıkarttık.
İki sevgili birbirimizi boğazlamak istediğimiz anlar olmadı mı, oldu ama müthiş bir deneyim yaşadık. En keyifli anlarda havaya genellikle şu cümleler hakim oluyordu:
‘Aman dikkatli ol, elinden kayacak...’.
‘Eyvah eyvah, gözüne şampuan kaçtı, su tut...’
‘Aman Allah’ım üzerime çiş yaptı!’
‘Küveti dolduralım, simidi içine koyalım, Alya’yı da simidin içine koyalım, bakalım ne yapacak!’
‘Cannes’ın en havalı restoranıysa restoranı, n’apalım yani, gel bir deneyelim belki pusetle alırlar...’
*
Nepal’de, Himalayalar’da bir hafta süren trekking’i tamamlayınca bize sertifikaya benzer bir şey vermişlerdi. ‘Tebrikler başardınız!’ diye. Bence biz bu gezide de benzeri bir bröveyi hak ettik. Bütün etapları (San Remo’da öğle yemeği, Monaco’da gezinti, Nice’de 2 gün konaklama, Cannes’da özel bir gün) başarıyla tamamladık.
İlk gün hariç ne fire verdik, ne çuvalladık.
Huzurlarınızdan ayrılmadan...
Sevgilimin plastik takıntısı var.
Uzun Cote d’Azur kumsallarında çiçekli şortlarıyla, kucağında Alya havalı havalı yürürken benden bir tek ricası oldu:
Ama Cannes sokaklarında göğsüne taktığı kangurunun içindeki Alya’yla, baba kızın sarmaş dolaş yürümelerini, arkalarından boş puseti iterken gururla seyrettim...
HAMİŞ: Bu arada merak eden olur diye, o göbek var ya, o göbek bağı, kıyamadım, hiçbir yerlere bırakamadım. Ama teşebbüs ettim. Her seferinde, ‘Yok burası da uygun değil!’ diye kutusuna geri koydum. Bakalım, nereye nasip olacak...