Hortum

ANNEANNECİĞİM sağ olsaydı mutlaka, ‘Bunlar hiç hayra alamet şeyler değil’ derdi.

Sonra da, ‘Kıyamet emareleri, Allah beterinden saklasın’ diye eklerdi.

*

ANKARA’da aniden patlayan ve can kaybına yol açan hortumu kastediyorum.

Doğrusu, ilkin ben de çok şaşırdım.

Kabul, olayı belki anneannem gibi ‘kıyamet emaresi’ olarak yorumlamadım.

Fakat işte yalap şalap mürekkep yalıyor ve insanoğlunun çevreyi kirletmesinden ötürü iklimlerin fena halde değiştiğine; kutuplardaki buzul erimesinin ‘havaların bulandığı’na dair delil oluşturduğuna; yine aynı kutuplardaki buz kazısı araştırmalarının gelecek için en berbat felaket haberleri verdiğine dair onu bunu okuyorum ya, sözümona ‘rasyonel düşündüm’ (!) ve başkentteki meteorolojik afeti modern zamanların ‘suç’ (!) hanesine yazdım.

Dolayısıyla, bir yandan ‘Kyoto Çevre Koruma Antlaşması’nı imzalamayı reddettiği için ‘W’ rumuzlu Bush’a lánet savuruyorum; diğer yandan da, teorilerine hemen hiç rağbet etmediğim ekolojistlere hafiften bir sempati duyar gibi oluyorum.

Eh yarım yüzyılı devirdim, Türkiye’de hiç ‘hortum’ lafı işitmemiştim ki!

*

OYSA kazın ayağı hiç de öyle değilmiş! Benimkisi tam ‘yarı cehalet’ denilen ve aslında cehaletlerin en tehlikesine tekabül eden aymazlığa eş düşüyor.

Zira, Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun göndermek nezaketinde bulunduğu ve vukuatları detay be detay sıraladığı iki ayrı makaleden öğrendim ki, söz konusu meteorolojik olay bizim bölgemizde pek çok defa tekrarlanmış.

Ama yine Kadıoğlu’nun vurguladığı gibi, ‘hortum’ şimdiye dek genelde hep büyük şehirler dışında üfürdüğü ve bunlar da medyaya yansımadığı için bizler ‘fenomeni’ yeni sanıp, ‘hayra alamet olmayan şeyler’ kategorisinde algılamışız.

Neyse, şimdi işin aslını öğrenmiş oldum ve her bir şeyi illa çevre kirlenmesiyle açıklamaya kalkışan ekolojistlerle kendi aramda tekrar mesafe koydum.

*

ASLINA bakarsanız, uzaktan muzaktan ama ben bu ‘hortum’un en sahicisini bir defa gerçekten görmüştüm.

Atlanta aktarmalı olarak Houston’dan Washington’a gideceğim ki, sabah sabah uçağa bindim, koltuğa oturdum, kemeri bağladım.

Fakat bekle Allah bekle, aparat bir türlü rektör çalıştırmıyor.

Neden sonra pilot anons yaptı ve hava muhalefetinden dolayı kalkışın şimdilik iptal edildiğini duyurdu.

Pılıyı pırtıyı toplayıp tekrar dışarı çık; cigara içilmesine en kıytırık köşede izin verilen havaalanı barında Abdi abdest suyu Amerikan kahvelerini dik; bu arada da, görüntüsü ve sesi açık televizyondan, şimdi adını unuttuğum bir adla vaftiz edilmiş olan ‘hortum’un, daha doğrusu ‘tifon’un, ‘kasırga’nın, ‘tayfun’un önündeki her bir şeyi yalayarak Atlanta’ya doğru seyretmekte olduğu haberlerini dinle.

Korku bastı ne kelime, bal dök yala o Amerikan helálarına mekik dokuyor.

*

ÇOK uzun süre sonra yeniden ‘uçağı teşrif buyurmamız’ çağrısı yapıldı.

Ama ben hiç teşrif buyurmak falan istemiyorum. Zaten, sevdiğimi bildikleri için Washington’daki o Japon lokantasında yer ayırtan Canan ve Sedat Ergin’e telefonu açıp durumu anlattım. Meret defolana kadar bankın üzerinde gecelemeye razıyım.

Fakat çaresiz yiğitliğe bok sürdürmedim ve tevekkel tû táal Allah çelik kuşa girdim. İşte pistten de havalandık.

Havalandık ki, bırakın hosteslerin şunu bunu servis yapmasını, ‘kemerleri bağlayın’ ışığı dahi bir türlü sönmüyor.

Anlaşıldı, bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete.

Beşik ne kelimeymiş, uçak eski Küçüksu çayırının kıtıpiyoz tahterevallileri gibi tangırdayarak ve tungurdayarak bir aşağıya bir yukarıya; bir sağa, bir sola, inanılmaz biçimde raks etmektedir ki, en bitirim Arjantin tangosu çocuk oyuncağı kalır.

Kusanlar mı, haykıranlar mı, istavroz çıkartanlar mı, hepsinden ibadullah.

Ve dedim ya, tabii ki servis hak getire?

Ama tedbirli adamımdır ve böyle durumları öngörmekte üstüme yoktur.

Fi tarihinde göz ağrım olmuş bir kadının hediye ettiği ve daha dün halis Kentucky burbonuyla yenilediğim ‘asil’ (!) matramı ikide bir cebimden çıkartıyorum.

İçindeki sihirli sıvıya kuvvet, hem Jack London’un dehşetengiz biçimde anlattığı tropikal tayfunları düşünüyorum, hem de lumbozdan dışarı bakıyorum.

*

VE göründü! Uzakta, çok uzakta, haniyse ufkun bittiği hizada, işte en altı ve üstü konik form almış olan kapkara bir ‘hortum’ seçiliyor. Filmlerdeki gibi?

Uçağın yüksekliği sayesinde bakış açısının genişlediği düşünülürse, demek ki belki yüz, belki iki yüz kilometre ötedeki bir yerlerde, yavaş yavaş hareket eden korkunç boru muhtemelen her şeyi içine çekiyor ve etrafını silip süpürüyor.

Aslına bakılırsa da, eğer sallantı olmasa, manzara insanı müthiş cezbediyor.

Zaten o sırada da pilot ‘Solunuza döndüğünüz takdirde geç kalkmamızın sebebini anlayacaksınız’ anonsunu yaptı ve birazdan da inişe geçtik.

*

NEYSE, işte Ray Charles’ın memleketine salimen indim ve tekrar kaktım.

Zahir Apalaş Dağları’nın korunganlığından ötürü, bu defa doğru dürüst bir uçuştan sonra, Washington’da Sedat ve Canan’a kavuştum.

O cici Japon lokantasına oturup çubukları elimize aldığımızda ise yine açık televizyon, biraz önce lumbozda gördüğüm ‘hortum’un sebep olduğu büyük can ve mal kayıplarını sıralıyordu.

Ah anneanneciğim, duana bin şükür, işte bu defalığına ‘Allah torununu beterinden sakladı’.
Yazarın Tüm Yazıları