Güzel kadının iffetli olması çok daha zor

Okuyan Us Yayınları’ndan arayıp, "Hande Altaylı roman yazdı" dediklerinde, doğrusu ben de şaşırdım. Hande Altaylı ve roman sözcüklerini anlamlı bir şekilde yan yana getirebilmek için bir süre geçmesi gerekti.

Hemen ardından merak. Acaba ne yazmış? Nasıl bir şey? Adı, "Aşka Şeytan Karışır." Şehirli genç bir kadının evli bir adamla yaşadığı travmatik aşkı anlatıyor. Bir kadının hayatta karşılaşabileceği birçok duygu ve yalnızlık var kitapta. Yazar tarafından yeni tanımlanmış kavramlar da var: Sek seks gibi. Sevişecek kadar sevmek gibi. Benim ilgimi çekti, sizin de çekeceğini düşünüyorum...

Benim şaşırmam tekil olmayacak. Herkes "Nasıl yani? Fatih Altaylı’nın karısı roman mı yazmış!" diyecek. Buna karşı herhangi bir hazırlığınız var mı?

- Yok. Çünkü n’apsam konuşacaklar, hakkımda dedikodu yapacaklar. Yapacak bir şey yok, mutlu olsunlar diye /images/100/0x0/55ea2fcdf018fbb8f8705401roman mı yazmasaydım yani?

Roman yazmak herkesin göze alacağı bir şey değil. Kurması meşakkatli, yazması, üslup oturtması, yayınlatması, satması... Siz hangi cesaretle böyle bir işe kalkıştınız ve yazdınız?

- Kıskançlıktan yazdım! Normalde kıskanç bir tip değilim. Bu da ender iyi özelliklerimden biri. Kimsenin arabasını, yüzüğünü filan kıskanmam. Umurumda bile olmaz. Ama hayatta ne zaman çok çok iyi bir kitap okusam kıskançlıktan -öyle gıpta filan değil de, bildiğin haset duygusuyla kıskançlıktan- çatlarım. 13 yaşındayken Boyalı Kuş’u okudum, o kitabı şurama koyduğumu biliyorum, kalbimin tam üstüne. Ve öylece durdum, hissettiğim kesif kıskançlığı bastırmaya çalıştım. Ama ben bu romanı bitiremem sanıyordum. Çünkü ben başladığı işleri yarıda bırakmayı seven biriyim. Golfe başlarım 10 ders alır, bırakırım. Pilates’e giderim 3 ders alır, "Allah’ım kurtar beni" der, kaçarım. Zaten bu romanı başladığımda da, benden başka kimse inanmadı bitireceğime. Fatih dahil...

Türkiye’de sevildiği kadar düşmanlık duyulan bir adamın karısısınız. O adamın karısı olmasaydınız, herhangi bir Hande olarak da böyle bir işe kalkışır mıydınız?

- Tabii ki...

Peki kitabı bastırabilir miydiniz?

- Fatih sayesinde tanıdığım bir sürü yayıncı var, birine gidip basmasını rica edebilirdim. Öyle yapmadım. Kendim bir yayınevine gittim, "Böyle bir şey yazdım, bakmak ister misiniz?" dedim, onlar da bastılar. Ama Fatih’in karısı olduğum için bastılarsa, bunda benim suçum yok ki...

Problem eder misiniz bu tür şeyleri, yoksa umurunuzda bile olmaz mı?

- Valla ben yayıncı olsam, bir mal kötüyse, isterse bilmem kimin karısı olsun, basmam. Benim için tek bir gerçek var: Ben bir kitap yazdım, o kitabı kim niye alır, kim niye basar, beni hiç ilgilendirmez...

Peki Altaylı olmadan önce, Hande hayata nerede başladı?

- Edremit’te. Sonra İstanbul’a yatılı okula geldim Galatasaray Lisesi’ne. 8 sene yatılı bir hayat. Ardından Boğaziçi’nde Uluslararası İlişkiler okudum.

Çok hızlı başladınız! Edremitli olmak nasıl bir şey?

- İyi bir şey. Güzel bir kasabamızdır Edremit.

Kasabalı kız olmanın rahatsızlığını hisseder misiniz?

- Tam tersine gurur duyarım. Küçük yerlerdeki büyük insanları tanımak müthiştir. Onların hepsi birer karakterdir, tiptir. İstanbul’un bakkalları alınmasın ama, Edremit’in bakkalları bile farklıdır. Yoğurtçu Erdoğan da bir tek orada vardır, köfteci Şaban da...

Anne-baba?

- Babam avukat, annem ev hanımı. Bir de ablam var. Ben asi olanım. Ablam daha hanımefendi, daha kibardır. Annemler hálá Edremit’te, ablam burada...

Edremitli bir çocuğun Galatasaray’da okuyabilmesi olağan bir şey mi?

- İlkokulun son sınıfında Ankara’ya dedemlerin yanına gidip özel olarak çalışmasaydım, zor kazanırdım galiba. Galatasaray’da acayip eğlenen ama sürekli ikmale kalan, berbat bir öğrenciydim...

Peki nasıl olur da Boğaziçi Üniversitesi’nin yüksek puan isteyen bir bölümünü kazandınız?

- Yumurta kapıya dayanınca çalışırım. İnsanlara GS’de okuduğumu söylediğimde "Aferin çocuğa!" filan diyorlardı, ben de son sene hakkını vermek için, "Çalışayım, iyi bir yer kazanayım bari" dedim.

Şanslı bir tip misiniz, zeki mi?

- Salak değilim, onu biliyorum, bana yetiyor, gerisi de beni ilgilendirmiyor. Boğaziçi beni GS kadar sarmadı, ben "okul" derken hep GS’yi kastederim. Boğaziçili gibi hissetmem kendimi.

Peki üniversitede neyin peşinde koşardınız? Ne yapmak, ne olmak isterdiniz?

- Benim ruh halim çok durağan değildir. Fatih bunu İkizler burcu olmama bağlar. Aksi gibi yükselenim de İkizler benim, "Etti, dört kişi..." Deniz yüzeyindeki çırpıntılardan var ruhumda, sürekli değişir benim ruh halim. Ne olmak istiyordum? Hariciyeci galiba...

Sonunda reklamcı oldunuz, hariciyeden reklama nasıl döndünüz?

- İyi bir dönüştür o da! Belki Fatih’in etkisi olabilir, evlendiğimizde ben hálá üniversitede okuyordum, son sınıftaydım. GS’de iki sene hazırlık, Boğaziçi’nde bir sene hazırlık, okulu da biraz uzat, yaşın kemale eriyor tabii ki. 23’tüm evlendiğimde...

Çok fazla sevgiliniz olmadan evlenmişsiniz siz...

- O kadar zamanda ne yapabildiysek, bir şeyler sıkıştırdık araya! Gazeteci bir adam, Dışişleri Bakanlığı’nın çok bayıldığı bir şey değildir herhalde diye düşündüm, "Almazlar beni zaten" dedim, vazgeçtim. Ben kendim vazgeçtim. Fatih’in bir etkisi olmadı. Sonra baktım, etrafımda çok reklamcı var ve eğlenceli insanlar, çalışırken de eğleniyorlar. "Gel takıl bize" dediler, "Eşofmanla filan da gelebileceğin bir yer burası". Gift Ajans’ta çalışmaya başladım. Sonra Pen Ajans’a gittim. Arada çocuk doğurdum. Sonra birkaç yıl daha çalıştım ve bıraktım.

Hiç işten atıldığınız oldu mu?

- Hayır olmadı. İyi bir elemanım. Ama ona rağmen kocam Fatih Altaylı diye, bana hep az para verdiler...

Bu koyar mıydı size?

- E koymaz mı insana! "Şimdi ne alakası var?" oluyorsun. "Sen Fatih’in karısısın, al sana az para" demezlerdi ama yaparlardı. Öyle bir rahatlıkları vardı...

İş hayatında yaptığınız öne çıkan işler neler...

- Hayatımda ilk yaptığım reklam, "Tut şunun ucunu döşeyelim abi"dir.

Vayyy. Ben çok severim o reklamı! Bilmiyordum o reklamın fikir annesi olduğunuzu. Nasıl çıktı?

- Öyle çıkıyor onlar. O bir şarkıydı, oradan devşirdik...

Yıllardır hep o reklam dönüyor, önünüze gelene "Bunu ben yaptım" diyor musunuz?

- Yok hayır.

Başka?

- Bunun dışında öyle patlayan, herkesin dilinde olan bir işim yok. Ondan sonra Pen Ajans’tayken Bellonna ve İstikbal grubuna güzel işler yaptık. Ama bir müddet sonra çok fazla tatmin olmamaya başladım. Başka? Sefarat diye bir grup var, onlara şarkı sözü yazdım. O da şans eseri oldu gerçi. Ercan Saatçi "Yollayayım bir dene" dedi. "Yok yazamam" dedim. İlkokulda koro seçmesine 100 çocuk girdik, 4’ü elendi, biri bendim, o kadar kulağım yok, resmen kaz gibiyim. Ama ısrar etti. Bir tane öylesine denedim. "Ne fark eder..." diye bir şarkı vardır, "Üç beş dakika ne fark eder?" O şarkıyı yazdım...

Ara ara şöyle düşünüyor musunuz: "Ben aslında acayip yetenekli bir kadındım. Başka sorumluluklar alınca, ister istemez kaldı. Yoksa ben çok acayip şeyler yapabilirdim..."

- Ben hiç öyle şeylere itibar etmem. "Dişi Serdar Erener olacaktım ama olamadım!" Yok ya! İnsan ne olacaksa, o oluyor. Herkes evleniyor, şakır şakır kariyer kadını olmaya devam ediyor. Evliliğin bu tür şeylere engel olacağını zannetmiyorum. Hele Fatih’le evlilik. "Gömleğim şöyle ütülensin, yemek böyle olsun" diyen bir tip hiç olmadığı için. "İş gezisine gidemezsin" diyen bir tip de değil...

E peki o zaman... Neden daha fazla sardırmadınız işe...

- Bu kadar olduk ya! İyi bir reklamcıydım ama Serdar Erener değildim. İlla daha fazlası mı gerekiyor hayatta?

O sloganları bulurken mi kendinizi daha başarılı buluyordunuz, yoksa şimdi bir aileyi, bir adamı, bir çocuğu yöneten kadınken mi...

- Ben hiçbir şeyde başarılı bulamıyorum kendimi. Sürekli şüpheler içinde yaşayan bir insanım. Böyle "Allah’ım ne de başarılıyım" hissi yaşamam. Annelikle ilgili de doğru mu yapıyorum, yanlış mı dediğim bir sürü şey var. Aslında her konuda şüphem var. Mesela, "Roman yazdım. Çok iyi bir roman bu" diyemem asla...

Kendinizi hangi sıfatlarla tanımlarsınız?

- "Gel-git"li. Belki bu röportajı yarın yapıyor olsak, bu soruya verecek sağlam bir cevabım olabilirdi. İyi anne olarak tanımlayabilirdim kendimi. Ama bugün o şekilde cevap veremiyorum. "Gel-git"li bugün beni en iyi tanımlayan sıfat...

Ve sahici... Çünkü anlattıklarınız sahici geldi bana...

- Valla, onu da bilemiyorum..

FATİH’LE BİZİMKİ VUSLATA ERMİŞ BİR AŞK

Sizinle ilgili kafamda iyi eğitimli, oturup kalkmasını bilen, bakımlı, güzel röfleli, kocasına her yerde eşlik eden, gülümseyen, kısacası "ideal eş" gibi bir kadın imajı vardı. Allah’tan kitabı okuyunca bu imajlar bozuldu! Kanlı canlı, yaşayan, hayata müdahale eden, hangi tonda konuşacağını bilen bir kadın çıktı karşıma. İki imajınız mı var, yoksa biz mi sizi yanlış tanıyoruz?


- Bakımlı ve güzel röfleli mi dediniz! Gel-git’lere göre değişir. Bir gün çok bakımlı olabilirim, bir gün dünyanın en paçoz insanı olarak gezebilirim. Fatih dolabıma bakıp, "Buradan 8 ayrı kadın giyinebilir" der. Çünkü "Şunu giyen, bunu asla giymez!" diyeceğiniz her şey benim gardırobumdadır. Kanlı canlıyım, yaşarım, olaya ve hayata da müdahale ederim, bunlar doğru. Ama iyi bir eşlikçi değilim. Eşlik etmem Fatih’e, canım istemezse gitmem...

Bu elimde tuttuğum kitap, 7 yaşında bir çocuğu olan, edepli bir annenin yazacağı bir kitap mı?

- Edepli olduğumu hiç söylemedim ki!

Neden yazdınız bu kitabı? Daha doğrusu hangi saikle yazdınız?

- Bana benzemeyen bir kadın anlatmak istedim. Kendinden uzaklaşabiliyorsun ama yakın çevrenden uzaklaşamıyorsun. Kitaptaki karakterler kolaj kişilikler, hepsi tanıdığım insanlar. Arkadaşlarımdan parçalar var, onların hayatlarından alıntılar. Şehirli kadının yaşadığı yalnızlığı ve ilişkileri anlatıyor bu kitap...

İyi de neden bunu anlatma ihtiyacı hissettiniz?

- Çevreme baktım ve bunu yazmaya karar verdim. Tam olarak şöyle oldu aslında: Bir gün evde yalnızdım, son derece kötü bir Amerikan filmi seyrediyordum. Filmdeki adam başka birine dedi ki: "Senin hayattaki en büyük hayalin ne?" Adam resmen taş kesti, öylece duruyor, düşünüyor. Bizimki üsteliyor: "Hadi ama herkesin bir hayali vardır..." Ben de taş kestim. Çünkü benim de aklıma bir hayal gelmiyor. Sonra birden "Benim hayalim kitap yazmak" dedim. "Peki yazabilir miyim? En azından denerim. Hiç olmazsa bir hayalin peşinde koşar, onu gerçekleştirmek için uğraşırım." Dedim ve yola koyuldum...

Kitabın otobiyografik olduğunu iddia edeceklere verecek cevabınız nedir?

- Valla, kör ve topal birini anlatsam, onlar "Siz bilmiyorsunuz ama bu kız aslında kör ve topal" da diyebilirler. Şöyle söyleyeyim: Verecek bir cevabım yok, kim ne isterse düşünsün.

Bu kitapta kişisel deneyimleriniz payı hiç mi yok?

- Yok desem yalan söylemiş olurum. Bütün o duyguları birebir yaşamış olmasam bile, yakın duygular yaşadım...

Hálá kocanıza aşık olduğunuzu söylemeyeceksiniz değil mi?

- Aşk mı bunun adı bilmiyorum ama onu çok seviyorum...

Kitapta aşk ile sevginin akraba bile olmadığını anlatıyorsunuz. Hatta zaman zaman sevgiyi küçümsüyorsunuz...

- Bunlar, travmatik şeyler yaşamış bir kadın düşünceleri. Ben Aslı değilim. Öyle insanları, yani aşkı çok tutkulu yaşamış olanları, ondan sonra ne yaşasalar kesmiyor. Sanıyorlar ki, en iyisi en hırpalayanıdır. Ama şu konuda Aslı’ya hak veriyorum: Böyle şiddetli, hırpalayıcı aşklarda ben de sevgiye yer olmadığını düşünüyorum. Ama "Aşkın her çeşidi böyledir" diyemem...

Nefret şart mıdır?

- Aşkın bir çeşidi için şarttır. Ya da aşkın bir çeşidinde nefret, her an ortaya çıkabilir diyelim...

Aslı’ya göre "Aşk, benim ol dedirtiyor; sevgi ise mutlu ol..."

- Evet. O hırpalayıcı aşkta, sürekli elde etme ve sahip olma mücadelesi var. Sahip olamadıkça agresifleşiyor, karşısındakinin canını yakmaya çalışıyorsun. Bin türlü yalan söylüyor, kıskandırmak için uğraşıyorsun. Normalde sevdiğin insanın canını yakmak istemezsin değil mi? Ben niye şimdi Fatih’e böyle bir şey yapayım? Onu üzmek, hırpalamak istemem ki. Çünkü aramızdaki aşkın çeşidi bu değil...

Sizin aranızdaki aşkın çeşidi ne?

- Vuslata ermiş aşk! Bizim birlikte olmamızı engelleyen bir şey yok. "Beni mi tercih edecek, onu mu?" diye bir şey yok şu anda. Her zaman olabilir ama şu anda böyle bir mücadelemiz yok...

Peki mücadele olmaması, aşkın kalitesini düşürür mü?

- Valla, ben çok mücadele edecek bir tip değilim. Mücadele bana gelmez. "Ha öyle mi buyurun" derim...

Nasıl yani?

- Ne diyeyim? "Otur mu?" diyeyim. Gitmek istiyorsa gitsin...

CADI OLAN BENİM

Evde sinirli ve kırıcı bir tip mi?


- Tam tersine, acayip yumuşaktır. Cadı olan benim. Söylüyorum zaten, "Beni niye çekiyorsun?" diyorum. Hakikaten, ben öyle çekilecek dert değilim. Yataktan iyi mi kötü mü kalkacağı bile belli olmayan bir kadınım. Fatih mesela hep iyi kalkar, çok neşelidir. Bu da beni çok sinirlendirir. "Hayrola, sabah sabah ne bu neşe?" O ise iğnelememe aldırmaz. Sürpriz yapmayı sever, sevgi göstermeyi sever. Ben öyle sevgi göstermekten çok hoşlanan biri değilim...

SENİNLE SEVİŞEN EŞİNİN ASLINDA KİMİNLE SEVİŞTİĞİNİ ASLA BİLEMEZSİN

"Sizinle sevişen bir insanın aslında kiminle savaştığını bilemezsiniz.
Sizi öperken kimi öldürmeye çalıştığını, sizi severken kimden nefret ettiğini tahmin bile edemezsiniz" diyorsunuz. Burada bir güven krizi yok mu?

- Çiftlerle ilgili bir araştırma yapılmış... Birbirleriyle 3 gündür çıkanlar, 20 yıldır evli olanlar, hatta 40 yıldır evli olanlar da var... Çok geniş bir grup... Ortaya ne çıkmış biliyor musunuz, partnerini, eşini yüzde 50’ye yakın bir oranda tanıyabiliyormuşsun. 3 gündür çıkıyor olman da, 40 senedir evli olman da durumu değiştirmiyor, hep bir yüzde 50 karanlıkta kalıyor. O yüzden güvensizlik olacaktır. Mesele bence karşındakinden çok kendine olan güveninle ilgili. İnanmak iyidir. Gerçi inanmak gerçek olduğunu göstermez ama... Sen rahat edersin. Ama yine de seninle sevişen eşinin aslında gerçekten kiminle seviştiğini asla bilemezsin...

UTANÇTAN VE KORKUDAN DAHA GÜÇLÜ DUYGU: CİNSEL İSTEK

Utançtan ve korkudan daha güçlü olan duygu ne?


- Cinsel istek. Çağlar boyu her türlü duyguyu yenmiştir, yenecektir de...

Sevişme sahnesi yazarken, "Dur, çok ileri gitmeyeyim de üzerime gelmesinler. Daha edepli yazayım" diye düşündüğünüz, kendinizi sınırladığınız oldu mu?

- Yok hayır. "Bu olmaz, yazılmaz" dediğim bir yer olmadı. Ama hep bir yere kadar anlattım, gerisini herkes biliyor zaten...

Günah ve sabah.. Anlattığınız insanın bir gece önce yediği haltla, sabah yüzleşmesi pratik mi teorik mi? Bizzat yaşadığınız deneyimler mi?

- Elbette. Hepimiz için hayatımızda yapmamız gereken şeyleri yaptığımız bir günün sabahı olmuştur. İlla seks anlamında değil. Sabah uyanıp, yaptığın o abuk sabuk şeyler gelir aklına, için bir tuhaf olur.. Benim olur en azından. En çok da sabah suçluluk duyarım...

Siz yazdığınız bölümleri Fatih Altaylı’ya okuyor muydunuz?

- Hayır. İlk birkaç şeyi okuttum, aralardan. Tamamını okumadı. Okumak istiyor...

Bu duygular nereden çıktı derse?

- Demez.

Masadaki sevişme sahnesini yazarken, "Buradan beni yakalarlar ve kocama saldırırlar" diye düşündünüz mü?

- Yooo. Ona da saldırmasın kimse, bana da saldırmasın. Ne var yani, bir sevişme sahnesi yazdım?

SEVİŞECEK KADAR SEVENLER

Sevginin derecelerinden söz ediyorsunuz kitabınızda.
"Sevişecek kadar sevenler..." mesela...

- Evet. Artık her şey kolaylaştı, herkes birbirinden hoşlanıyor, birbirini seviyor, birbiriyle yatağa giriyor, sevişiyor. Ama aslında kimsenin kimse için bir şey yaptığı yok. Sıfır sorumluluk. Öyle ben de severim, herkes sever. Ben buna "sevişecek kadar sevmek" diyorum. Şuradan geçen köpeği sevmekten farklı değil bu. "Aa ne tatlı!" demek gibi bir şey. Evet çok tatlı ama bu yeterli değil tatlım! Sevginin bir tezahürü olmalı...

Yani ne yapmalıydı kitabın erkek kahramanı, kızın en yakın arkadaşıyla yatmamalıydı...

- Hayır efendim. O ayrı bir şey. Gerçekten seviyorsa karısından ayrılmalıydı. Sen hem karınla berabersin. Seviştiğin kadını da orada tek başına bırakıyorsun. Sonra da "Ama ben onu seviyorum" diyorsun. Yok ya! O seviştiğin ve yalnız bıraktığın kadın, gider bir başkasını bulur diye de bir korkun yok. İkisini isteyecek kadar da bencilsin. Bu tür insanlar benim için ancak sevişecek kadar sevebilenler...

Yani Allah göstermesin ama siz birine aşık olursanız, kocanızı da Porsche Cayenne’inizi de bırakırsınız...

- Doğrusu budur.

Bu kadar cesur musunuz?

- Böyle konularda ahkam kesilemeyeceğine inanıyorum aslında. Ama elini taşın altına sokmamayı, sevgisizlik işareti olarak alıyorum.

EN BÜYÜK GÜNAH YAKIN ARKADAŞININ KOCASIYLA/ KARISIYLA YATMAK MI?

En büyük günah, insanın yakın arkadaşının karısı ya da kocasıyla yatması mı?


- Hayır. Herkesin en kötü günahı farklıdır bence.

"Ben yakın arkadaşımın sevgılisine/ kocasına/ karısına bakmam, ar damarım o kadar çatlamadı" denir ya...

- Bu konularda büyük konuşulmaz. Her şey insanlar için. Hayatta insanın başına gelecek o zaman anlayacak. Kitapta, "Güzel kadının iffetli olması daha zordur" diye de yazdım. Ee tabii Angelina Jolie ol, Brat Bitt peşinden koşsun da, iffetli ol, göreyim seni...

İyi de siz ne düşünüyorsunuz?

- Bu iyi bir şey değildir. Arkadaşlarım benim için kıymetlidir. Ama böyle yapan insanlar da tu kaka demiyorum.

SEK SEKS İNSANI SARHOŞ ETMEYE YETMEZ

Aşk olmadan yapılan seks, neden insanı sarhoş etmeye yetmiyor?

- Bunu aşk olarak seks yapma mutluluğuna ermiş her insanın takdir edeceğini sanıyorum...

Peki salt seksin, sizin deyiminizle sek seksin, kendine özgü bir hazzı yok mudur?

- Vardır ama içine aşk katınca, tadından yenmez.

Bazen seks de aşk olamaz mı?

- Tabii seks diye başlayan bir şey aşka dönüşebilir. Ve çok kuvvetlidir...

GS’Lİ KIZLAR HARBİ OLURLAR

GS’li kızlar nasıl olur?


- Harbi olurlar. Erkek gibi olurlar. Ve özgüvenleri yüksektir...

Onlar lisede sevişmeye başlar mı, yoksa çok namuslu mu olurlar...

- Sevişmeye başlarlar...

Onların sevgilileri GS’den mi olur, yoksa...

- Hayatın çeşitli alanlarına yayılırlar...

Peki GS’li bir kızın, kocasının GS’li olması şart mıdır? Özellikle gidip bir GS’li adam mı buldunuz? Başkasıyla beraber olamaz mıydınız?

- Olurdum, olurdum da... Kısmetmiş... Ben girdiğimde Fatih, GS’yi bitirmişti zaten. Sonra cemiyette tanıştık. İlk karşılaştığımızda ikimizin de başka sevgilileri vardı, ama bir süre sonra birlikte olmaya başladık. "İlla GS’li sevgili bulayım, evleneyim" diye bir takıntım yoktu. Deli miyim ben?

Çok mu aşık oldunuz?

- Evet çok...

Kitaptan....

Ömer ayağa kalkıp masaya yaslanmış duran Aslı’nın yanına geldi. Uzun sarı saçlarını tepesinde tutan kalemi çekip çıkarıp, omuzlarına dökülen saçlarını okşadı. Aslı, bir şeyler söylemek istedi ama yine sesi çıkmadı. "Masa sağlam mıdır sence?" diye fısıldadı Ömer. Elini kızın saçlarının arasına sokup onu sıkıca yakaladı, yüzükoyun masaya yatırıp eşofmanını sıyırdı ve üzerine abandı. Masanın tahtaları gıcırdarken Aslı hırstan ve zevkten ağlıyordu, hayat ne kadar korkunç ve ne kadar güzeldi...

Birbirlerini taparcasına sevdiler ve birbirleriyle ölümüne savaştılar. Derin kederlerden sonsuz mutluluklara koşturup durdular. Kavgalar, gürültüler, kıskançlıklar, gözyaşları, çarpılan kapılar, kapatılan telefonlar, küfürler, yalvarmalar, ayrılıp barışmalar ve uykusuz gecelerle iki yıl geçti. Aslı ilk günlerdeki rahatlığını nasıl olup da kaybettiğini bir türlü çözemedi. Ömer’in sevgisinin ona yettiği, evli olmasını hiç sorun etmediği o günlere dönebilmek için çabalayıp durdu ama başaramadı. Ne değişmişti ki? Ömer onu hálá deli gibi seviyordu. O halde neden bu kadar hırçın ve huzursuz hissediyordu kendisini? Şeytan niçin sürekli, "Seni gerçekten sevseydi, hayatını seninle geçirirdi" diye fısıldıyordu? Ve niye içindeki ses, "Şeytan haklı" diyordu?

Ömer ona áşık olduğu için gidip başkasıyla evlenmişti, Aslı da Ömer’e áşık olduğu için şimdi Sinan’la sevişecekti. Áşık insanların ızdıraplarını dindirmek için yapmayacakları şey yoktu belki de. Bu öyle bir fırtınaydı ki, insan umutla her türlü sığınağa koşuyordu. Sizinle sevişen bir insanın aslında kiminle savaştığını bilemezdiniz. Sizi öperken kimi öldürmeye çalıştığını, sizi severken kimden nefret ettiğini tahmin bile edemezdiniz.
Yazarın Tüm Yazıları