Paylaş
İyi de oldu. Çünkü bu tartışmaların sözde “Ermeni soykırımı” ile yakından ilgisi var. Nasıl mı? “Ermeni soykırımı” denince herkesin aklına neredeyse sadece 24 Nisan 1915 tarihi geliyor! Gelin sizi bu tarihten beş ay sonrasına, 2 Eylül 1915’e götüreyim. “Soykırım yaptı” denen İttihatçılar bakın o gün neyin altına imza attı?
ÖNCE bir tespitimi paylaşmama izin veriniz:
Birinci Dünya Savaşı deyince aklınıza ne geliyor; Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut’ül Ammare, Medine Müdafaası vs.
Hayır, bunlar değil.
Ya da yakında bu tarihsel olaylar anımsanmayacak!
Çünkü toplumsal belleklerde, sürekli Ermeni sorunu odaklı bir gündem yaratılmaya çalışılıyor. Üstelik alan da sürekli büyütülüyor; Ermeni’nin yanına Süryani, Keldani, Rum “soykırımları” da eklendi!
Tarihimizden utandırmak ve dolayısıyla geçmişimizi unutturmak istiyorlar.
Bunu salt tarihçiler yapmıyor. Sorun akademisyenlerin boyunu çoktan aştı. Dünya parlamentoları, tarihi, siyasetin malzemesi haline getirdi; geçmişi, bugünün politik kurgusuna göre istedikleri gibi bozup yeniden yazıyorlar.
Düne, dünün koşullarını göz önüne almadan bugünün kavramlarıyla/göreceliğiyle yaklaşıyorlar.
Adı üstünde “Dünya Savaşı” olan ve insanoğlunun o güne kadar yaşamadığı/görmediği bu büyük harp, hiç göz önüne alınmadan değerlendirmeler yapılıyor, sonuçlara varılıyor. Ülkelerin birbirinin gırtladığına sarıldığı; Anzakların Çanakkale’de, Yeni Zelandalıların-Hintlilerin Kut’ül Ammare’de, Anadolulu Mehmetçik’in Galiçya’da, İngiliz’in Süveyş Kanalı’nda ve nicelerinin, hayal bile edemeyecekleri bir coğrafyada savaştığı, sadece askerlerin değil kadınların, çocukların yani topyekûn toplumsal katmanların hedef alındığı; savaş yöntemlerinin bile değiştiği (denizaltıların, uçak gemilerinin vs. kullanıldığı); büyük kıyımlara yol açan bu ilk dünya savaşı, salt Ermeni sorununa indirgenmek isteniyor.
İttihatçılar mı, Merkel mi ilerici
Ve ne yazık ki bizler de bu büyük oyunun parçası oluyoruz. “Soykırım”ın bir safsatadan ibaret olduğunu bilmemize rağmen dayatılan gündeme esir oluyoruz.
Aynı bugün yazdığım gibi...
Halbuki bambaşka konularda yazmak istiyorum. Örneğin, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun anımsattığı, Amerikalıların borçlarımıza karşılık Akdamar Adası’nı nasıl istediklerini yazmak istiyorum, ama bir türlü fırsat bulamıyorum.
Evet, suni gündemlere yenik düşüyorsunuz sonuçta.
Neyse, bu tespiti yapıp rahatladıktan sonra gelelim Merkel’in “soykırım” ile ne ilgisi olduğu konusuna...
Tarih: 24 Nisan 1915.
Osmanlı Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) Ermeni komitelerini feshedip, İstanbul Ermeni cemaatinin önde gelen 250 ismini Çankırı’ya sürdü. Bu olay, diaspora Ermenileri tarafından “soykırım”ın başlangıcı olarak görüldü.
Bir ay sonra 27 Mayıs 1915.
Hazırlanan geçici “Tehcir Kanunu”yla yerlerinden edilen Osmanlı Ermenileri bu göç sırasında on binlerce ölü verdi.
Bugün bazı ülkelerin parlamentoları, bu acı olayı “jenosit” kabul ediyor. Yani bunlara göre, Osmanlı tüm Ermeni cemaatini yok etme politikası gütmüştü.
Sahi öyle mi? Osmanlı tüm Ermenileri öldürmek mi istedi?
Bunun yanıtını vermek için, hiç öyle savunma yapıp dönemin siyasi, ekonomik, toplumsal şartlarını filan yazacak değilim.
Sadece...
Önce bugünden bir olgu vereceğim:
Yıl 2010.
Almanya’da Türk lisesi açılıp açılmaması, bu okulların müfredatının nasıl belirleneceği ve dersleri Türk öğretmenlerin verip vermeyeceği tartışmalarını bir kez daha anımsatıp sizleri yaklaşık 100 yıl geriye götüreceğim.
Bakalım Osmanlı nasıl “soykırım” yapmış?!
“Türkleştirme politikaları uyguladı” diye bugün sürekli dinciler ve liberaller tarafından aşağılanan İttihatçılar, Almanya Şansölyesi Merkel’den ilerici miymiş?
“Soykırım” iddiasını boşa çıkaran mevzuat
Tarih: 2 Eylül 1915.
Geçici “Tehcir Kanunu”ndan beş ay sonra...
Yani Anadolu’da Ermenilere zulüm yapıldığı o günlerde...
Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) “Mekatib-i Hususiyye Talimatnamesi” yayınladı.
Bu talimatname Türkiye’deki özel okulların mevzuatını yeniden düzenlemek amacıyla çıkarıldı.
Diyeceksiniz ki savaş sırasında böyle bir eğitim-öğrenim talimatnamesi çıkarılmasının gizli bir amacı mı vardı? Hayır, gizli maksatlar filan yoktu. Talimatnameden tam 1 yıl önce İttihatçılar, Osmanlı’nın kanını emen kapitülasyonları kaldırmıştı.
Kapitülasyonların kaldırılması yabancı okulların hangi mevzuata tabi olacağı konusunda karışıklığa neden oldu.
İşte “Mekatib-i Hususiye Talimatnamesi” bu sorunu ortadan kaldırmak için çıkarıldı.
Şimdi gelelim bu talimatnamenin içeriğinde neler olduğu konusuna: Bu konu çok önemli. Hani deniyor ya “İttihatçılar Türkleştirme politikaları güttü” ya da “Ermenilere soykırım yapıldı!”
Bakınız...
Bilindiği gibi eğitim, asimilasyon ya da soykırım politikalarında “turnusol” kâğıdı işlevi görür. Yani bir ülkenin eğitim-öğretim mevzuatına bakarak, o ülkede ne derece “öteki”leştirme siyaseti yapıldığını anlayabilirsiniz.
Peki, o savaş koşullarında “tehcir kanunu” çıkaran, “Türkçülük” yaptığı iddiasıyla sürekli kötülenen ve yaşanılan birçok sorunun müsebbibi görülen İttihatçıların, eğitim mevzuatının nasıl olmasını beklersiniz? Örneğin, “Okullarda öğrenim dili Türkçedir, dersleri de Türkçe öğretmenleri verir” gibi bir eğitim mevzuatları olabilir mi?
Hayır, hiç öyle değil.
Talimatnamenin 6’ncı maddesi diyor ki:
Her yabancı ve Osmanlı cemaati kendi dilinde eğitim yapar. Ancak bu okullar Osmanlı’nın resmi dili Türkçeyi de öğretmek zorundadır.
Türkçe dersinin, ilkokullarda 4, orta ve liselerde 2 saatten az olmama şartı vardı.
Talimatname yabancı okullara ve cemaat okullarına ayrıca bir ek “ödev” daha verdi:
Osmanlı tarihi ve coğrafyası ders olarak okutulacaktı. Ama bunu kendi dillerinde yapacaklardı.
Peki gelelim bir başka ayrıntıya, bu okullarda dersleri kim verecekti:
Ermeni okullarında Ermeni öğretmenler, Rum okullarında Rum öğretmenler, Yahudi okullarında Yahudi öğretmenler!
Talimatnamenin 26’ncı maddesine göre, bu öğretmenleri de Yahudi, Rum, Ermeni cemaatlerinin ruhani liderleri seçecekti. Onun onayı olmadan hiçbir Yahudi, Rum, Ermeni öğretmenlik yapamayacaktı.
Bir daha anımsatmak isterim: Tarih 2 Eylül 1915.
Ve beş ay önce Tehcir Kanunu çıkaran İttihatçıların “soykırım” yaptığı iddia ediliyor!
Yahu böyle bir talimatnameyi bugün Merkel bile çıkaramıyor!
Maarif Nazırı sürgüne gönderildi
Hadi gelin şimdi yüksek sesle düşünelim:
Deniyor ki Osmanlı “soykırım” yaptı!
Bu nasıl soykırımdır, bir yanda “soykırım” yapacak ve diğer yanda Ermenilerin kendi dilinde eğitim yapmasına, öğretmenlerinin Ermeni olmasına olanak verecek. Tarihte bu hiçbir “soykırım” tanımına uymamaktadır.
Böyle bir eğitim mevzuatı olan bir iktidar, Ermeni cemaatine nasıl “jenosit” uygulamak ister? Bırakın jenosidi, homojen bir ulus hedefleyenler, böyle bir talimatname çıkarır mı?
Ağızlarından “soykırım” sözcüğünü düşürmeyen -bırakın Batılıları- bazı Türk tarihçiler bu gerçeği nasıl inkâr eder?
Bu bizim, “soykırım” değirmenine su taşıyan “diaspora tarihçileri”, soykırım suçlusu Almanya’nın, İttihatçılardan bile geride olduğunu görmüyor mu?
İttihatçıların çıkardığı “Mekatib-i Hususiye Talimatnamesi”, bugünün Alman eğitim mevzuatına göre, halkları daha birleştirici politika amaçlamıyor mu?
Başta yazdığım gibi, tarihi, siyasetin oyuncağı haline getirdiler.
Öyle ki, “anayasal vatandaşlık” gayesiyle eğitim talimatnamesi çıkaran Dahiliye Nazırı Şükrü Bey’i, İngilizler “Ermeni kıyıcısı” diye Malta’ya sürgüne gönderdi.
Ve bugün bilindiği gibi “soykırım” yalanının mucidi İngilizlerdir.
Dört gün önce İngiltere Lordlar Kamarası’nın “soykırım” iddialarını oylayıp reddetmesinin politik olarak belki önemi vardır, ama tarih açısından hiçbir değeri yoktur. Lekelidirler.
Ve biz, İngiliz ya da Alman olsun, bu tür Batılı politikacıların ikiyüzlülüklerinden bıktık, yorulduk artık...
ZİYA GÖKALP O SÖZÜ ETTİ Mİ
Nice kaynak tarihi kitapta yazmaktadır:
Ermeni tehciri nedeniyle Divan-ı Harb-i Örfi’nin önüne çıkarılan tutuklu Ziya Gökalp şöyle konuştu:
“Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni katliamı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bizi arkadan vurdular, biz de vurduk.”
Bu sözü Türkiye’de bazı çevreler “soykırım” tezini çürütmek için sıkça kullanıyor: “Bu bir savaştı, bizi arkadan vurdular, biz de vurduk.”
Olayın garip yanı, diaspora Ermenileri de “soykırım” yapıldığını ispatlamak için bu söze sarılıyor: “Bakın Ermenileri öldürdüklerini kabul ediyorlar!”
Bugün anlı şanlı birçok tarihçi Ziya Gökalp’in bu sözü üzerine tahliller yapıp, teoriler inşa ediyor!
Hiçbirinin aklına gelmiyor: Ziya Gökalp bu sözü etti mi?
Ziya Gökalp Ocak 1919’da tutuklandı.
4 Mayıs, 8 Mayıs, 12 Mayıs, 14 Mayıs ve 17 Mayıs’ta Divan-ı Harb-i Örfi karşısına çıktı.
Bu duruşmanın tutanaklarını, tarihçi yazar Osman Selim Kocahanoğlu 2007 yılında kitap yaptı (Temel Yayınları).
Bundan 2 yıl sonra bu tutanakları bu kez, Vahakın N. Dadrian ile Taner Akçam yorumlar katarak yayınladı (Bilgi Üniversitesi Yayınları).
Her iki eserde de görülüyor ki, Ziya Gökalp’in duruşmalarda böyle bir sözü yok!
Peki Ziya Gökalp’in olmayan sözünü kim “icat” etti?
Gazeteci hayali
Yıl 1942.
Ziya Gökalp’in damadı Ali Nüzhet Gerçek, “Türk Yurdu” Dergisi’nin “Ziya Gökalp Özel” sayısına makale yazması için edebiyat öğretmeni ve Vakit’te köşe yazarı olan Hakkı Süha Gezgin’in kapısını çaldı.
Hakkı Süha Gezgin zamanı olmadığını söyleyip sadece iki enstantane verebileceğini söyledi.
- “Bekirağa Bölüğü’ndeki Ziya Gökalp.”
- “Divan-ı Harp karşısındaki Ziya Gökalp.”
Derginin 1 Aralık 1942 tarihli sayısında, “Mukatele’nin Miladı: Hakkı Ziya Gezgin’den Ziya Gökalp’in İki Enstantanesi” başlıklı bir makale çıktı.
İşte bu makale yıllardır tarihçiler tarafından kaynak olarak kullanılıyor. Sadece Türkiye’de değil Ermeni meselesiyle ilgilenen dünyada neredeyse hemen her araştırmacı, tarihçi Ziya Gökalp’in bu sözüne atıfta bulunuyor!
Oysa tutanaklarda böyle bir söz yok!
Hakkı Süha Gezgin’in işte o hayali anekdotu:
“(Tarih 17 Mayıs 1919) Yanan Adliye’nin etrafı dolu, bahçesi dolu, merdivenleri, koridorları, salonları dolu. Süngülü jandarmalar dimdik ve put gibi dilsiz. Binaya ağır heybetli bir hava çökmüştü. Gazeteci kartım bana yol açıyor, kalabalığı yararak ilerliyorum. Nihayet gazeteciler locasına girdim. Her yer burada da dolu. Yalnız çuha kaplı masalarla kürsülerin arkası boş. Hâkimler henüz gelmemişler. Kırmızı perdelerden ışık kan gibi akıyor.
Bu sırada kapılar maznunlara açıldı. Kabine ve Merkez-i Umumi Azaları göründüler. Ziya da aralarında idi. Yeni Mecmua idarehanesinde yürüdüğü gibi yürüyordu.
Divan-ı Harp Heyeti de sağdaki kapıdan girdiler.
Herkes gibi Ziya Gökalp’e de aynı şeyleri sordular. Sakindi. Tereddütsüz cevaplar verdi.
Ama nihayetinde, ‘Ermeni katliamına siz fetva vermişsiniz, buna ne diyeceksiniz’ diye sorulunca, bu soru ona yanardağın kapağını fırlatan bir hız verdi.
‘Milletimize iftira etmeyiniz, Türkiye’de bir Ermeni katliamı değil, bir Türk-Ermeni mukatelesi (çatışması, savaşı) vardır. Bizi arkadan vurdular, biz de vurduk’ dedi.
Böyle cevap alacaklarını ummamışlardı. Divan Başkanı Nâzım Paşa’nın ağzı açık kaldı. Kaşları alnına tırmanmış, gözleri fal taşına dönmüştü. (...)
Ziya Gökalp, velilere mahsus ağırbaşlılığı, namus ve faziletli aydın yüzü, inandırıcı ve coşkulu heyecanıyla bir çocuk gibi girdiği divandan, işte böyle bir kahraman olarak çıkmıştı.”
İşte gerçek yanıt
Peki gerçekte duruşmada ne oldu? Ziya Gökalp’e ne soruldu; ne yanıt verdi?
Tutanaklara göre, Ziya Gökalp’e Ermeni tehciriyle ilgili sadece bir soru yöneltildi:
“Üçüncü Ordu eski Komutanı Vehip Paşa, Ermenilerin tehcirinin İttihat ve Terakki kararıyla yapıldığını ve tehcir edilen Ermenilerin terk edilen mülklerinin üçte birinin İttihat ve Terakki’ye alındığını yazılı ifadesinde beyan ediyor. Nasıl olduğunu anlatır mısınız?”
Bu soruya Ziya Gökalp’in yanıtı kısa oldu:
“Aslı yoktur. Böyle bir şey işitmiş olabilir, varsa o delilleri göstersinler.”
Hepsi bu! Evet hepsi bu kadar!
Uzatmadan, sonuçta demem o ki, bugün her konuda iri laflar eden tarihçiler, bir gazeteci anısının nasıl büyük yanlışlara neden olduğunu görüp her daim temkinli konuşmaya, yazmaya çaba harcamalıdır. Çünkü zaten bilirler ki, tarih her gün yeniden yazılır...
Paylaş