Güncelleme Tarihi:
ABD'de yayın yapan ABC kanalında 1956 yılından bu yana yayınlanmakta olan "To Tell the Truth" (Gerçeği Söylemek) isimli programın oldukça ilginç bir konsepti var.
Birbirine fiziksel olarak benzeyen üç yarışmacı ünlülerden oluşan bir jürinin karşısına çıkıyor. Yarışmacıların üçü de aynı işi yaptıklarını hatta aynı kişi olduklarını iddia ediyor. (Örneğin "Ben dünyaca ünlü kalp cerrahı filancayım" gibi.) Yarışmacılardan biri doğru, diğer ikisi yalan söylüyor.
Jüri üyelerinin yapması gereken şey, zor sorularla sıkıştırdıkları yarışmacılar arasında doğru söyleyenin hangisi olduğunu bulmaya çalışmak.
Programın 1980 yılında yayınlanan bölümlerinden birinde, çok ilginç bir olay yaşandı. Üç orta yaşlı, siyahi, gözlüklü kadın dört kişilik jürinin karşısına çıkıp "Benim adım Rosa Parks" dedi. Ardından sunucu gerçek Rosa Parks'ın kaleminden çıkmış olan şu metni okudu:
"Ben, Rosa Parks, 1955 yılında Alabama'nın Montgomery şehrinde siyahilerle beyazların ayrı oturtulduğu bir otobüste yerimi vermeyi reddettiğimde bir terziden ulusal bir sembole dönüştüm. Talebi reddettiğim için hapse atıldım ve Güney'den taşınmak zorunda kaldım. Ancak 20 yıl sürecek ırksal ve siyasi protestoların fitilini ateşleyen bu kavganın ucu Yüksek Mahkeme'ye kadar uzandı.
Bugün halen ayrımcılığa karşı mücadelede aktif bir rol oynuyorum ve şu an benim adımı taşıyan caddeler, burslar ve hizmet ödülleri var. Aynı zamanda 'Amerikan vatandaşlık hakları hareketinin annesi' olarak da tanınıyorum. Bütün bunlar alt tarafı 'Hayır' dediğim için oldu.
İmza: Rosa Parks"
Devamında jüri üyeleri, karşılarında oturan üç kadından hangisinin gerçek Rosa Parks olduğunu anlamak için sorular sormaya başladı:
"İki Numara, Montgomery'den taşındıktan sonra nerede yaşadın?"
"Üç Numara, ne kadar süre hapiste kaldın?"
"Bir Numara, 'Hayır' dediğinde ne hissettin?"
"İki Numara, otobüs şoförü beyaz mıydı?"
"Üç Numara, Martin Luther King'i tanıyor muydun?"
Jürideki üç beyaz ünlünün sorgusu, bugünden geriye bakıldığında oldukça sıradan hatta aşağılayıcı görünen sorularla bu şekilde devam ediyordu.
Sonlara doğru ünlülerden biri, İki Numara'ya kıkırdayarak, "Bu şanlı ana yol açan neydi? Daha önce bir şey mi olmuştu? Bir harekete mi katılmıştın? Neden kalkmadın koltuktan?" diye sordu. Kadın, "Önceden planladığım bir şey değildi. O gün çalışıyordum. Daha önce başka bir genç kız aynı şekilde gözaltına alınmış olduğundan birilerinin bir duruş sergilemesi gerektiğine ve yerimden kalkmamaya karar verdim" diye cevap verince de kahkahalar içinde alkışlayıp bir sonraki soruya geçti.
"ROSA PARKS 3 METRE BOYUNDADIR VE BİR EFSANEDİR"
Tahmin zamanı geldiğinde jürideki üç beyaz ünlüden sadece biri, o da şans eseri, doğru Rosa Parks'ı (Üç Numara) seçebildi.
Jürideki tek siyahi ünlü olan ve Üç Numara'ya Montgomery'deki bir etkinlikle ilgili sadece gerçek Rosa Parks'ın cevaplayabileceği spesifik sorular soran Nipsey Russell, tahmin sırası kendisine geldiğinde "Ben kendimi diskalifiye etmek zorundayım çünkü Bayan Parks'ı tanıyorum. Kendisiyle birlikte Selma'da protestolara katıldım. Bayan Rosa Parks 3 metre boyundadır, bir efsanedir ve sadece siyahiler için değil Amerikan demokrasisi için de bir kahramandır" sözleriyle jürideki diğer ünlüleri utandırdı.
Kimin "gerçek" kimin "yalancı" olduğunun açıklanmasının ardından program sunucusu Rosa Parks'a teşekkür etti, "Sizi burada ağırlamanın nasıl büyük bir onur olduğunu söylemek dışında bir şey diyemiyor başarılarınızın devamını diliyorum" dedikten sonra katılımcıların her birinin 300 dolarla ödüllendirileceğini belirtip reklam arasına geçti.
Programın şu anki sunucusunun ABD'de bir kültür fenomeni kabul edilen komedi dizisi "Black-ish" ile ününe ün katan siyahi oyuncu Anthony Anderson olması da ilginç bir detay.
Programın şu anki sunucusunun ABD'de bir kültür fenomeni kabul edilen komedi dizisi "Black-ish" ile ününe ün katan siyahi oyuncu Anthony Anderson olması da ilginç bir detay.
'KOLTUKTAN KALKMAYAN KADIN'DAN ÇOK DAHA FAZLASI
ABD tarihinin en önemli kişilerinden biri olan Parks'ın kameraların karşısına eğlencelik gibi çıkarılmasıyla yapılan saygısızlık, Russell'ın çıkışıyla biraz parça da olsa telafi edildi ancak unutulmadı. Dolayısıyla geçen hafta ABD'de yayına giren "The Rebellious Life of Mrs. Rosa Parks" (Bayan Rosa Parks'ın İsyankâr Yaşamı) isimli belgeselin açılış sahnelerinin To Tell the Truth programındaki dakikalardan alıntılanmış olması şaşırtıcı değil.
Yazar Jeanne Theoharis imzalı aynı isimli biyografi temel alınarak çekilen belgesel, popüler kültürün bir kişinin hayatını ve mirasını tek bir cümleye sıkıştırma alışkanlığına karşı duruyor.
Nitekim Parks sayısız ders kitabında ve popüler kültürde kendisinden bahseden yapımlarda hep aynı şekilde tanıtılıyor: "1955 yılında bir kış akşamı Alabama'nın Montgomery şehrinde bindiği kalabalık otobüste beyaz bir yolcuya yer vermeyi reddeden sessiz terzi." O kadar ki Parks 2005'te hayatını kaybettiğinde, New York Times'da yayımlanan profilde bile "vatandaşlık hakları hareketinin tesadüfi annesi" olarak nitelendiriliyordu.
"The Rebellious Life of Mrs. Rosa Parks" belgeseli ise bu yaşananların hiçbirinin tesadüfü olmadığını, Parks'ın aktivizminin ne kadar coşkulu ve kapsayıcı olduğunu gözler önüne sererek ortaya koyuyor. Belgesel Parks'ın otobüs olayının münferit bir eylem olmadığına, Malcolm X, Martin Luther King ve Washington'daki diğer siyahi politikacıların on yıllar boyunca kaydettiği ilerlemelerden bağımsız düşünülemeyeceğine vurgu yapıyor.
Parks'la ve otobüs eylemiyle özdeşleşen bu fotoğrafın çekilme tarihi net değil
RÖPORTAJLARDA SADECE OTOBÜS OLAYI SORULMUŞ"
Belgeselin yönetmenlerinden Yoruba Richen, The Guardian'a yaptığı açıklamada, belgeselin açılışını yukarıda tasvir ettiğimiz sahnelerle yapmanın önemini şöyle anlattı:
"Bu diyalog Parks'ın mirası ve insanların onun hakkında ne bilip ne bilmediği hakkında çok şey söylüyor. Katıldığı programda herkes adını biliyor ama yüzünü tanıyabilen kimse yok. Programa muhtemelen 300 dolarlık ödülü almak için katıldı. Bu durum Parks'ın ekonomik durumunu da ortaya koyuyor. Zaten belgeselde de hayatının önemli bir kısmında yaşadığı ekonomik zorlukları işliyoruz."
Diğer yönetmen Johanna Hamilton ise "Bu sahnelerin kullanılması, Parks'la yapılmış çok fazla derinlemesine röportaj olmamasının da altını çiziyor. Dediğine göre, röportajlarda ona hep sadece 1955'te otobüste yaşanan olay sorulmuş, hep bu kalıba sokulmuş. Zamanda sıkışıp kalmış" diye konuştu.
Hamilton şöyle devam etti: "Birçok açıdan göz ardı edilmiş. Tam bir bukalemun gibi göz önünde gizlenmiş. Tek yapmanız gereken kamerayı biraz yana kaydırmak ve bir anda Selma'dan Montgomery'e yürüyen Martin Luther King'in ve tüm ünlü yüzlerin yanında olduğunu görüyorsunuz. Ama çoğu zaman varlığını fark etmiyorsunuz çünkü kenarda kalıyor."
IRKÇILARIN ELİNDEN SAKLANARAK KURTULDU
Parks, 1913 yılında Alabama'nın Tuskegee şehrinde doğdu. O yıllarda ABD'nin güney eyaletlerinde siyahilerle beyazların aynı ortamda bulunmasını dahi yasaklayan Jim Crow yasaları yürürlükteydi.
Bir keresinde anlattığına göre, ailesi sahip olduğu topraklardan sürülmüştü. Çocukken ırkçı Ku Klux Klan (KKK) üyelerinden kaçabilmek için saklanmak zorunda kalmıştı.
Tuskegee deyince ABD tarihinin yüz karası olaylarından biri olan Tuskegee frengi araştırması da unutulmamalı. 1932-1972 yılları arasında gerçekleştirilen ve penisilinin frengi hastalığı üzerindeki etkisini görmeyi amaçlayan bu araştırma kapsamında, Tuskegee'de mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan yüzlerce siyahi erkeğe kan testi bahanesiyle bilgileri ve rızaları olmadan hastalık bulaştırıldı. 15 yıl içinde penisilinin frengide etkili bir tedavi metodu olduğu anlaşıldı ancak araştırma sona erdirilmedi. Bu erkeklerin eşlerine hatta çocuklarına bulaşan hastalık, çok sayıda can aldı. En inanılmaz olanı ise bu sayede geliştirilen frengi ilaçlarının halka ücretsiz dağıtıldığı dönemde bile araştırmanın devam ettirilmesi ve deneklere ilaç verilmemesiydi.
Belgeselde konuşan tarihçi Francis Gournier, Parks'ın doğup büyüdüğü dönemi şöyle tarif ediyor: "20'nci yüzyılın başlarından, çoğu kaynakta Afrika kökenli Amerikalıların tarihinin en aşağı noktası diye bahsedilir. Bazıları bu dönemin kölelikten bile daha kötü olduğunu iddia eder."
"KÖTÜ MUAMELEDENSE LİNÇ EDİLMEYİ TERCİH EDERİM"
Parks, 6 yaşına geldiğinde özgür olmadığını fark etti. Gecelerini uykusuz geçiriyor, korunma amaçlı silahını yanından ayırmayan büyükbabasıyla birlikte KKK'lilerin baskınlarını bekliyordu. Bir keresinde "Hiç kimsenin kötü muamelesine katlanmaması gerektiğini anneme öğreten büyükbabamdı. Bu nesilden nesle genlerimize işlemişti" diye anlatmıştı Parks.
Nitekim eylemleri de Parks'ın genlerinde taşıdığı bu cesareti ortaya koyuyordu. Yazdığı bir mektupta Parks, "Kötü muameleye maruz kalmaktan ve 'Bundan hoşlanmıyorum' diyememektense, linç edilmeyi tercih ederim" satırlarına yer veriyordu. Parks'ın yeğenlerinden biri olan Lonnie McCauley'nin belgeselde söylediği şu sözler de aynı noktaya işaret ediyor: "Bu kadınla ilgili olarak anlamamız gereken bir şey var: O doğuştan askerdi ve sizinle savaşacağı kesindi."
Yetişkinlik yıllarında Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik (NAACP) kapsamında aktivizm çalışmaları yaptı. Siyasi çalışmalarıyla öne çıkan bir berber olan Raymond Parks'la evlendi. Raymond, Rosa'nın yardımıyla yalan yere beyaz bir kadına tecavüz etmekle suçlanan 9 siyahi erkek çocuğun savunmasını organize etti.
ABD tarihindeki en korkunç ırkçı saldırılardan birinin kurbanı olan Emmett Till henüz 14 yaşında bir çocuktu. 1955'te öldürülen ve tarih kitaplarında yer eden bu çocuğun hikayesini biz de geçen yıl bu sayfalardan aktarmıştık.
ABD tarihindeki en korkunç ırkçı saldırılardan birinin kurbanı olan Emmett Till henüz 14 yaşında bir çocuktu. 1955'te öldürülen ve tarih kitaplarında yer eden bu çocuğun hikayesini biz de geçen yıl bu sayfalardan aktarmıştık.
EMMETT TILL'İN ÖLDÜRÜLMESİ FİTİLİ ATEŞLEYEN KIVILCIM OLDU
Ancak hem Parks için hem de birçok başka kişi için bardağı taşıran son damla 14 yaşındaki siyahi çocuk Emmett Till'in Ağustos 1955'te Mississippi'de öldürülmesi ve bu cinayetin faillerinin ırkçı saldırı suçlamasından aklanması oldu.
Parks, 1 Aralık akşamı yorgun argın vaziyette işten çıkmış eve gidiyordu. O yıllarda geçerli olan yasalar gereği, otobüsler çok dolu olduğunda siyahilerin oturdukları koltuklardan kalkıp beyazlara yer vermeleri gerekiyordu. Toplu ulaşım, ırk ayrımcılığının en gündelik örneklerinin yaşandığı alanlardan biriydi ve bir direniş sahnesine dönüşmüştü.
Hamilton, Parks için, "Siyasi açıdan aktif olduğu için bu durumun sürekli yaşandığını, ülkenin dört bir yanında özellikle kadınların bazen de erkeklerin otobüslerden indirildiğini biliyordu" dedi ve ekledi:
"Hatta Montgomery şehrinde bir savaş gazisi koltuğunu vermek istemediği için vurulmuş, otobüsten atılmış ve polise şikâyet edilmişti. Parks bütün bunlardan haberdardı. İhtiyacı olan cesareti oradan almıştı. Kendisinin dediği üzere, polisin gelmesini beklerken başına ne geleceğine dair en ufak bir fikri yoktu."
BOYKOT 381 GÜN SÜRDÜ, SONUNDA YASA DEĞİŞTİ
Parks tahmin edildiği üzere gözaltına alındı. Daha sonra kaleme aldığı bir yazıda, "Ömrüm boyunca itilip kakılmıştım ve o noktada buna daha fazla katlanamayacağımı hissettim. Polis memuruna 'Neden itilip kakılmamız gerekiyor?' diye sorduğumda bilmediğini söyledi. 'Kanun kanundur. Tutuklandınız' dedi bana. Direnmedim" diye aktarıyordu o anları.
Parks'ın cesur eyleminin sonucunda Montgomery'de 381 günlük bir otobüs boykotu başladı. Nihayet 1956 yılında ABD Yüksek Mahkemesi toplu ulaşımda ırk ayrımcılığının anayasaya aykırı olduğuna hükmetti.
Bu kararı "bir zafer" diye nitelendiren Richen, "İşe gidip eve dönmelerini sağlayan otobüsleri, toplu taşıma sistemini neredeyse bir yıl boykot etmişlerdi ve bir kez daha kadınlar ön saflardaydı. Bu eylem ülke genelinde dikkat çekti. Martin Luther King'i harekete geçirdi çünkü King, Montgomery'de bulunan Dexter Baptist Kilisesi'ne gitmek zorunda kalmıştı. Vatandaşlık hakları hareketine birçok açıdan ivme kazandırdı" diye konuştu.
Bununla birlikte Parks'ın şahsına yönelik tepkilerin çok ağır olduğunu da sözlerine ekleyen Richen şu ifadeleri kullandı:
"Söz konusu bugün hayranlık duyduğumuz ve övdüğümüz liderlerimiz olduğunda, çoğu zaman bu konudan bahsetmiyoruz. 'Böyle bir şey yaptılar ve ırkçılık sona erdi' diye düşünüyoruz. Halbuki Parks, beyazlardan fiziksel şiddet tehdidi alıyordu. Siyahiler de kendisini bir baş belası olarak gördüğünden adlarının Parks'la birlikte anılmasını istemiyordu."
Richen hem Parks'ın hem de eşi Raymond'ın işsiz kaldıklarını ve ekonomik açıdan umutsuz durumda olduklarını da sözlerine ekledi. Nihayetinde çift Alabama'yı terk edip Detroit'e yerleşmek zorunda kaldı. Parks'ın burada yaşayan akrabalarının yanına sığındılar.
KADIN OLDUĞU İÇİN HEP İKİNCİ PLANDA KALDI
Parks erkek olsaydı gördüğü muamele çok farklı olabilirdi. Zira sivil haklar hareketinin kadın-erkek eşitliği noktasında pek başarılı olduğu söylenemezdi. 1963 yılında düzenlenen İş ve Özgürlük için Washington Yürüyüşü'nde Parks'tan bahsedildi ancak kürsüye çıkıp konuşmasına izin verilmedi.
Detroit Şehir Konseyi'nin eski üyelerinden Vaiz JoAnn Watson, belgeselde şöyle diyor:
"Birçok kurumda olduğu gibi vatandaşlık hakları hareketinin de içine işlemiş çok fazla ataerkillik var. Bağışların çoğunu kadınlar topluyor, örgütlenmenin çoğunu onlar yapıyor. Ama geri dönüp kayıtlara baktığınızda başkan, yönetici ya da lider diye anılanların çoğunlukla erkekler olduğunu, o esnada kadınların işleri hallettiğini görüyorsunuz. Anne Parks da işleri halleden kadınlardandı."
Richen, bu meseleyle ilgili olarak The Guardian'a, "Ben ikimizin de bunu önceden bildiğine eminim ama Rosa Parks gibi bir figürü görmek ve onun yaşadıklarının derinine inmek, vatandaşlık hakları hareketinin ataerkil doğasının kristalleşmesine neden oldu. Bugün de aynı ataerkillik devam ediyor: Gücün sahibi kim, kontrol kimde, söylemi kim belirliyor. Özellikle Black Lives Matter hareketinin içinde gördüğümüz genç kadın liderler sayesinde bugün işler biraz daha iyi ama o zamanların ataerkilliği öyleydi" yorumunu yaptı.
Hamilton da şu detayları ekledi: "Parks, çok büyük bir egosu olmaması nedeniyle tam bir paradokstu. Kendini ön tarafa atmıyordu. Röportajlarda, birileri 1955'teki boykot haricinde bir soru sormazsa o da kendiliğinden anlatmıyordu. Öyle biri olmamasına karşın kendisine biçilen sessiz ve ürkek rolü aşırı kolay dolduruyordu."
Rosa Parks 14 Eylül 1996'da Oval Ofis'te Başkan Bill Clinton'la birlikte...
Rosa Parks 14 Eylül 1996'da Oval Ofis'te Başkan Bill Clinton'la birlikte...
OBAMA'NIN BAŞKAN OLDUĞUNU GÖREMEDEN ÖLDÜ
Kongre üyesi John Conyers'ın ekibine katılan Parks, 1965-1988 yılları arasında Kongre'de çalıştı. Bu kuruma seçilen ilk siyahi kadın olan Shirley Chisholm'ın kampanyasına destek verdi. Chisholm'ın başkanlık yarışında da yanında oldu. 1996 yılında Beyaz Saray'da Başkanlık Özgürlük Madalyası'yla onurlandırıldı.
Peki Parks günümüzün ABD'sini nasıl yorumlardı? Bu soruya da cevabı Richen verdi:
"Özgürlüğe doğru ilerleyişimizde bulunduğumuz noktadan hiçbir zaman tatmin olmadı ve hep savaşmaya, mücadeleyi canlı tutmaya devam etti. Küçük bir çocukken KKK'nin evinizde terör estirdiğine ve bu ülkedeki siyahi özgürlük mücadelesinin her anına şahit olduğunuzu hayal etmeye çalışın. Parks bunun devamlı bir savaş olduğunu biliyordu. Buradan alabileceğimiz çok ilham var."
Parks Ekim 2005'te 92 yaşındayken Detroit'teki evinde hayata gözlerini yumdu. Eğer ömrü üç yıl daha vefa etseydi, ABD'nin ilk siyahi başkanı olan Barack Obama'nın seçilmesine de tanıklık edebilecekti. Parks öldükten sonra cenazesi bir süreliğine ABD Kongre binasında ziyarete açıldı. Parks bu şekilde onurlandırılan ilk kadın ve ikinci siyahi olarak bir kez daha tarihe geçti. 2019 yılında kişisel notları, hatıraları ve diğer eşyalarından oluşan bir seçki, Kongre Kütüphanesi'nde sergiye sunuldu.
Yıllar ilerledikçe, Parks'ın önemi daha da artıyor. The Rebellious Life of Mrs Rosa Parks belgeselinde Bryan Stevenson, Patrisse Cullors ve Ericka Huggins gibi tanınmış akademisyenlerin ve aktivistlerin yanı sıra Parks'ın aile üyelerinin kişisel anlatıları da yer alıyor.
Hamilton, Parks'ı "hareketin fedakâr annesi" olarak anmanın çok kolay olduğunu, zira kadınların çoğu zaman bu role sıkıştırıldığını belirterek, "Muhtemelen gezegenimizde okula gitmiş tüm çocuklar onun adını biliyordur ve hayatlarının beş dakikası boyunca onun hakkında bir şeyler öğrenmişlerdir. Ama bizim için bu kadar zengin olan ömrünün tamamının hiç filme çekilmemiş olması çılgınlıktı" diye konuştu.
Hamilton son olarak şunları söyledi:
"Umarım söylemi genişletebilir, onu farklı bir noktaya taşıyabilir ve farklı sebeplerle tanıyabiliriz. Otobüste yaşananlar elbette çok önemli ama tek yaptığı bu değil. Bizim amacımız Rosa Parks'ı o uzak geçmişten ve üzerine yerleştirildiği o basit heykel kaidesinden kurtarmaktı. Bir ikonun altını kazıp söylenenden çok daha etkileyici biriyle karşılaşmak hem çok nadir bir durum hem de çok heyecan verici."
The Guardian'da yayımlanan "Rosa Parks: new documentary sheds light on a misunderstood figure" başlıklı haberden derlenmiştir.