Güncelleme Tarihi:
Takvimler 1890 yılının Eylül ayını gösteriyordu. Fransız Louis Le Prince'in Dijon'dan bindiği tren Paris'e doğru yola çıkmıştı. Eski bir kimyager ve teknik ressam olan Le Prince, bu tren yolculuğundan iki yıl önce bir ilke imza atmış ve dünyanın ilk hareketli filmini çekmeyi başarmıştı. İki saniyelik filmde Le Prince ailesinin bazı üyeleri, o dönemde yaşadıkları İngiltere'nin Leeds şehrinde bulunan evlerinin bahçesinde gezinirken kayda alınmıştı.
Bu çekim, Thomas Edison'ın "kinetograf" isimli kamera benzeri bir cihaz icat ettiğini dünyaya duyurmasından üç yıl, Lumiere Kardeşler'in ilk ticari sinema gösterimi yapmasından ise yedi yıl önce gerçekleşmişti.
Buna karşın, Le Prince'in sinema tarihine katkısı, tarihin tozlu sayfaları arasında kayboldu. Çünkü 1890 yılının o Eylül gününde Dijon'dan hareket eden tren Paris'e vardığında, inenler arasında Le Prince yoktu. Le Prince bir anda ortadan kayboldu ve o günden sonra kendisinden bir daha haber alınamadı.
Kaybolduğu dönemde Le Prince gerçekten çok zor günler geçiyordu. Bir yanda borç batağına saplanmış haldeydi, alacaklıları kapısını aşındırıyordu. Diğer yanda başta Edison olmak üzere rakipleri üzerinde inanılmaz bir baskı oluşturuyordu.
EDISON MI ÖLDÜRTTÜ? İNTİHAR MI ETTİ?
Hal böyle olunca, Le Prince'in ortadan kaybolması birçok soru işaretine yol açtı. Edison rakibini öldürtmüş olabilir miydi? Bu bir intihar mıydı? Yoksa Le Prince'in kendisine çok fazla borcu olan erkek kardeşi Alfred, borcunu ödemek yerine ağabeyini ortadan kaldırmayı mı seçmişti?
ABD'de 19 Nisan tarihinde raflarla buluşan bir kitap bu sorulara yanıt ararken, Le Prince'in hayatına da daha yakından bakıyor. "The Man Who Invented Motion Pictures: A True Tale of Obsession, Murder and the Movies" (Hareketli Resimlerin Mucidi: Gerçek Bir Takıntı, Cinayet ve Sinema Hikayesi) isimli kitapta yazar Paul Fischer, detaylı bir araştırmanın sonucunda Le Prince'in akıbetinin ne olduğuna dair önemli sonuçlara varıyor.
Fischer'a göre, Le Prince'in ortadan kaybolmasından kardeşi Alfred sorumlu. Yazar bu iddiasını Alfred'in ağabeyinin kayıp olduğunu güvenlik güçlerine bildirmemesine, arama çalışmaları hakkında yalan söylemesine ve o dönemde ABD'de yaşamakta olan eşini, Fransa'ya gidip Le Prince'i aramaktan vazgeçirmesine dayandırarak, "Katil Alfred" diyor.
Fischer, "Le Prince, ardında hayatına son vereceğine işaret eden mektuplar ya da notlar bırakmadı. Çalıma arkadaşları ve ailesi de kendisinde herhangi bir umutsuzluk izi göremiyordu. Üstelik geleceğe dair planlar yapmıştı, New York'a seyahat edip icadını dünyaya tanıtmak istiyordu" ifadelerini kullanıyor.
LE PRINCE'İN SİNEMA TARİHİNDEKİ YERİ NEYDİ?
Ancak Fischer'ın kitabının en ilginç unsuru Le Prince'in ölümü değil. Kapsamlı araştırmalara dayanan kitap Le Prince'in hayatı kadar fotoğrafın tarihi ve sabit görüntüden hareketli görüntüye geçiş çabalarını anlatması açısından da önemli. Fischer, "Umarım bu kitap, sinemanın icat edildiği günlerde ne olduğuna dair farklı şekilde düşünmemizi sağlayabilir" diyor.
Fischer'ın anlattığı bu hikâye, fotoğraf ve sinema tarihinde efsaneleşmiş isimlerle dolu. Fotoğrafın babalarından sayılan Louis Daguerre, hareket etmekte olan modellerin fotoğrafını çeken ilk kişi olan Eadweard Muybridge (Muybridge'den önce fotoğrafı çekilen nesnelerin bir süre hareketsiz durması gerekiyordu) Eastman Kodak Company'nin kurucusu George Eastman (içine emülsiyonla kaplı kağıt makaraları yerleştirilen Kodak fotoğraf makineleri, cam panellerin yerini almıştı ve çok büyük bir ilerleme kabul edilmişti) ve selüloid filmi mükemmelleştiren John Carbutt (Eastman daha sonra fotoğraf makinelerinde bunu kullanmaya başladı) bunlardan birkaçı.
HER ŞEYİ DEĞİŞTİREN PATENT YASALARI
Bu isimleri aşağı yukarı birbirinin çağdaşı kabul etmek mümkün. Hepsi 1840-1890 yılları arasındaki dönemde teknolojideki inanılmaz ilerlemelerin getirilerinden fayda sağlamış insanlar. Fotoğrafın, telgrafın, buharlı makinenin, anestezinin, telefonun, elektrik ışığının ve daha birçok şeyin icadı bu döneme denk geliyor.
Fischer, bu hızlı teknolojik ilerlemenin önemli bir kısmının ardındaki itici gücün, patent yasaları olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
"Bir şey icat ettiğinizi ve bunu ilk yapan kişi olduğunuzu gösterebildiğinizde, o icadı patentleyebilirdiniz ve sizin izniniz olmadan hiç kimse bu icattan para kazanamazdı. Her ilerleme bir sonraki ilerlemeyi getiriyordu çünkü her seferinde daha fazla gelişme kaydetmek için yeni alanlar açılıyordu ve bu ilerlemelerin her biri para anlamına geliyordu."
Yazar Paul Fischer'a göre, Le Prince yaşasaydı, bugün Hollywood diye bir şey var olmayabilirdi.
Yazar Paul Fischer'a göre, Le Prince yaşasaydı, bugün Hollywood diye bir şey var olmayabilirdi.
EDISON VE ASKI BAŞVURULARI
"The Man Who Invented Motion Pictures" sayfalar boyunca bugünkü sinema filmlerini mümkün kılan teknolojik ilerlemeleri anlatmakla birlikte, özünde bu icadın kimin hanesine yazıldığına ve bunun arka planındaki hukuki meselelere odaklanıyor. Konunun günümüz bağlamında en fazla yankı uyandıracak kısmı da burası.
Zira nihayetinde olay dönüp dolaşıp Edison'da düğümleniyor.
Günümüzde halen kullanılan birçok cihazın mucidi olan Edison, çağımızın teknoloji şirketi patronlarının 19'uncu yüzyıldaki atasıydı. Yasalardaki boşlukları rakiplerini alt etmek için kullanma noktasında da çok başarılı olan Edison için bugün "Donald Trump ile Steve Jobs'un kombinasyonu" yakıştırması yapılıyor.
Edison'ın kullanmayı en sevdiği yasal mekanizmalardan biri askı başvurusuydu. Bir tür ön patent olan askı başvurusunu yapan kişi, icadının son haliyle ilgili resmi başvuruyu yakında yapacağına dair niyet bildirmiş oluyordu. Başvuru sonucu kişi icat ettiği cihaza dair bir öncelik hakkı elde etmiş oluyordu. Edison bu mekanizmayı rakiplerini yarıştan düşürmek için kullanıyordu.
Edison'ın askı başvurusu yaptığı icatların benzerleri hakkında bir başkası başvuruda bulunduğunda, Patent Dairesi, bu başvuruyu beklemeye alıyor ve Edison'ı resmi başvuruyu yapmak için üç ayı olduğuna dair bilgilendiriyordu. Edison'ın bu mekanizmayı 120 farklı cihaz için kullandığı kayıtlarda yer alıyor.
Edison'ın hareketli görüntü kaydına dair ilgisinin 1888 yılından önce başladığına dair spekülasyonlar mevcut. Ama o yılın Şubat ayında Eadweard Muybridge'in Edison'ın West Orange'da bulunan laboratuvarına yaptığı ziyaretin önemli bir faktör olduğu kesin. Hareketli görüntü kaydı yapan "zoopraksiskop" isimli aleti geliştirmiş olan Muybridge, Edison'a bu cihazla Edison'ın ses kaydı yapan fonograf cihazını birleştirmeyi önerdi. Edison bu teklifi heyecan verici bulsa da reddetti. (Bunun altında zoopraksiskopun görüntü kaydı için yeterince pratik ve verimli bir alet olmadığını fark etmesi de yatıyor olabilir.) Ardından gelecekteki icatlarını korumak üzere 17 Ekim 1888'de Patent Dairesi'ne bir askı başvurusu yaptı. Başvuruda "fonografın kulak için yaptığını göz için yapacak bir cihaz" fikrinden bahsediliyordu. Bu cihaz hareket halindeki objeleri kaydedecek sonra bu kaydı yeniden canlandırabilecekti. Edison icadını "kinetoskop" olarak adlandırdı. Kelime Yunanca "hareket” anlamına gelen "kineto" ile izlemek anlamına gelen "skopos"un bir araya gelmesinden oluşuyordu.
NE OLURSA OLSUN TARİHİ DEĞİŞTİREMEDİ
Sözün kısası Le Prince, film makaraları ile tek mercekli kameranın ve tek mercekli fotoğraf makinesinin mucidi olsa da Edison'ın (bazılarının gayriahlaki bulduğu) incelikli yasal hamleleri sonucu bu başarısı kayda geçmedi.
Fischer, Edison'ın patent kurnazlığını günümüzün teknoloji şirketleriyle kıyaslayarak, "Edison'a atfedilen kötülüklerin çoğu günümüzün büyük şirketlerinin uygulamalarından farklı değil" diyor ve ekliyor:
"Rakiplerini gözden düşürdü, bazen onlardan çaldı ve çoğu zaman küçük rakiplerini açtığı davalarla batışa sürükledi. Edison'ın patent sistemini sömürmesiyle, günümüzde Disney gibi şirketlerin ağırlıklarını kullanıp telif yasalarını kendi çıkarları için sömürmesi birçok açıdan benzerlikler gösteriyordu."
Yine de tarihi değiştirmek mümkün olmadı. Le Prince'in çektiği ve günümüzde "Roundhay Garden Scene" (Roundhay Bahçesi Sahnesi) olarak bilinen iki saniyelik videonun bilinen en eski hareketli görüntü kaydı olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Fischer bu görüntünün Le Prince'n yeni teknolojiye dair niyetlerinin ve umutlarının ufak bir göstergesi olduğunu belirtiyor.
EDISON'DAN DA LUMIERE KARDEŞLER'DEN DE ÇOK FARKLI
"Roundhay Garden Scene'i izlediğimde ilk aklıma gelen şey 'ev çekimi' oldu" diyen Fischer şöyle devam ediyor:
"Bence bu görüntüyü bu kadar sevmenin nedenlerinden biri de bu. Le Prince, filmi en başta insanları birbirine bağlayacak, anıların korunmasını sağlayacak ve sevdiklerimizi kaybettikten sonra bile anmamızı sağlayacak bir şey olarak görüyordu. Sahne beni gerçekten çarptı çünkü öyle bir masumiyet ve kendiliğindenlik taşıyor."
Fischer bu durumun Edison'ın ve Lumiere Kardeşler'in ilk çektiği görüntülerden çok farklı olduğunu, onların bir fabrikadan çıkan işçi kalabalığı ya da izleyiciye doğru hızla yaklaşan bir tren örneğinde olduğu üzere, "icatlarının yeniliğini gösterecek küçük skeçler çektiğini" belirtiyor.
Fischer, "Le Prince büyük gösterilerin önemli olduğunu biliyordu. Erken dönem fikirleri arasında sirkte ya da Buffalo Bill'in Vahşi Batı Şovu'nda çekim yapmak da vardı. Ama o ilk film için ailesinin evlerinin bahçesinde saçma sapan yürüdüğü anları çekmeyi seçti" diyor.
LE PRINCE YAŞASAYDI…
Fischer, Le Prince'in ortadan kaybolmasının tarihin akışını değiştirmiş olabileceğini de öne sürüyor. Nasıl mı? Le Prince kaybolduktan yıllar sonra Edison patent savaşlarını kazandı ve birçok başka şirketle birlikte bir tekel oluşturdu. Bu tekel, bütün yapımcılardan, dağıtımcılardan ve gösterimcilerden lisans ücreti talep etmeye başladı. Bu durum bağımsız yapımcıların ABD'nin Doğu Yakası'ndan kaçıp yeni kurulmakta olan Hollywood kasabasında toplanmasına neden oldu. Peki Le Prince hayatta olsa işler farklı olabilir miydi?
Fischer, "Eğer Le Prince yaşasaydı ve icadının kontrolünü kaptırmamış olsaydı, bugün Hollywood diye bir şey var olmayabilirdi" diyor ve ekliyor:
"Belki bağımsız sinema ekosistemi daha sağlıklı olacaktı. Çünkü Le Prince film kamerasının tıpkı fotoğraf makineleri gibi yaygınlaşmasını istiyormuş gibi görünüyor. Tabii çok fazla şey değişmeyebilirdi de... Ama muhtemelen çocuklar okulda Louis Le Prince'in hayatını okuyacaktı ve sinema dünyasının New York'taki ömrü daha uzun olacaktı."
Edison'ın patent kurnazlığına dair en bilinen detaylardan biri de Nikola Tesla'yla olan ilişkisi. Tesla'nın son yıllarda hızla büyüyen hayran kitlesi, Edison'ın Sırp mucidin fikirlerini sömürüp patentleyerek haksız kazanç ve itibar elde ettiğini öne sürüyor. Neredeyse bir popüler kültür öğesi haline gelen bu rekabetin kökeninde elektriğin yaygınlaşması yatıyor. Kısaca özetlememiz gerekirse, 28 yaşındaki Tesla, 1884'te ülkesinden New York'a göçtü ve o sırada 37 yaşında olan Edison'ın yanında asistan olarak çalışmaya başladı. O dönemde Edison kendi laboratuvarını kurmuş ve Edison Aydınlatma Şirketi'ni hayata geçirmişti. Bir yıl sonra Tesla, Edison'ın yanından ayrılıp kendi aydınlata şirketini kurmak için adımlar attı. Onun kullandığı sistem, dalgalı akımla çalışan indüksiyon motorları prensibine dayanıyordu. İki devin arasını açan olay, ABD'nin evrensel elektrik akım standardının belirlenmesi noktasında yaşandı. Edison, yaygın kullanılan doğru akımı (DC) tercih ediyordu (ve patentleri sayesinde bu sistem üzerinden makbul miktarda para kazanıyordu). Ancak doğru akımın bir dezavantajı vardı: Enerji santrallerinden çıkan düşük voltajı yüksek voltaj nakil hatlarına dönüştürmek ve uzak yerlere iletmek çok zordu. Bu nedenle şehirlere yakın noktalarda çok sayıda küçük santral kurulması gerekiyordu. Tesla'nın dalgalı akım (AC) sistemi bu sorunu çözdü. Transformatörler aracılığıyla voltajlar yükseltilip düşürülebiliyor, enerji santralleri kilometrelerce uzakta olsa bile elektrik kolayca iletilebiliyordu. Tesla patentlerini George Westinghouse'a sattı o da AC sistemini Edison'ınkine rakip olarak tanıttı. Bu "akım savaşları" gerçekten bir süreliğine ikilinin arasını açtı. Edison, DC için reklam kampanyaları başlattı, hatta Topsy adındaki bir filin insanların gözü önünde AC ile çarpılmasını sağlayarak kamuoyunu şekillendirmeye çalıştı. Ancak savaş kısa sürdü ve Edison kaybetti. 1893 yılında Westinghouse Dünya Fuarı'nın elektriğini sağlama ihalesini kazandı. 1896'da General Electric, DC'den AC'ye geçti. AC zamanla ABD'deki baskın sistem haline geldi. Tesla ise kısa zaman içinde yeni icatlara yelken açtı. 1892'de Londra'da üniversitede ders veriyor ve bir radyo fikri üzerinde çalışıyordu. Tarihçiler bu anlaşmazlığın epik bir savaş değil, iş dünyasında sık sık yaşanan sıradan bir sürtüşme olduğunu ve bugün anlatıldığı kadar büyük olmadığını belirtiyor. Tesla hakkında bir kitabı da bulunan W. Bernard Carlson, "Edison, Tesla'yı endişelendirmiyordu. Aksine yanında çalıştığı dönemde onu idolleştirmişti. Sinirlenmişti ama bu anlatıldığı gibi ömür boyu süren bir düşmanlık değildi" diyor. Tesla'nın biyografisini yazmış birçok tarihçi Sırp mucidin asıl rakibinin kendisinin çalışmalarından faydalanarak radyoyu "icat eden" Guglielmo Marconi, olduğunu belirtiyor.
The Daily Beast'in "He Shot the World’s First Motion Picture—and Then Disappeared Forever", Vox'un "Tesla vs. Edison — and what the never-ending battle says about us" ve Library of Congress'in "Origins of Motion Pictures" başlıklı içeriklerinden derlenmiştir.