LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
TAM 35 yıldır büyük bir merakla görmeyi beklediğim mimarlık efsanesinin arka kapısında beni bir sürpriz bekliyormuş.
Tuhaf bir sürpriz.
* * *
Antonio Gaudi adını ilk defa 1970’li yıllarda işittim.
İçimdeki amatör mimar, o yıllarda daha çok ‘Bauhaus’ ekolünün kurucusu Walter Gropius’la meşguldü.
Frank Lloyd Wright’ın gökdelen estetiği, Akdenizli kafama bir şakul gibi iniyordu.
Gaudi işte tam o fikri türbülanslar içinde hayatıma girdi.
Daha o gün anladım ki o, mimarinin Dali’siydi.
Yani çılgınlığı ‘Ev’cilleştiren’ deha.
* * *
İlk gördüğüm binası ‘Sagrada Famiglia’, yani ‘Kutsal Aile’ adı verilen mabetti.
Sonra öteki binalarının fotoğraflarını, filmlerini, maketlerini gördüm.
İşte tam 35 yıl sonra, Barcelona’da bu efsane binanın önündeyim.
Ve tam orada, daha ilk anda anlıyorum ki, hiçbir fotoğraf bu fikri macerayı tam olarak anlatamaz.
1882’den beri bitmeyen bu bina nedir?
Bir Las Vegas mabedi mi?
İnancın Disneyland’i mi?
Yoksa bir Blade Runner veya Matrix dekoru mu?
Bu bina tarihe mi ait?
Yoksa geleceğe mi?
* * *
1882’de yapımına başlanan bina, hálá bitmemiş.
Ön tarafta bir western dekoru gibi duran cephenin arkasına geçince muazzam bir şantiyeyle karşılaşıyorsunuz.
İçeride sadece sütunlar var.
Sagrada Famiglia, sanki sadece dış cephelerden oluşan bir efsane.
Ya içerisi...
Sanki iç dekorasyon, oraya giren insanlara bırakılmış.
Sanki her insanın, sadece kendi ruhuyla doldurabileceği bir inanç boşluğu bırakılmış.
Evet burası her insanın kendi ölçülerine göre tasarlanmış bir ısmarlama ibadethane...
* * *
Binayı gezmemiz çok kısa sürüyor.
Önden girip, dev iskeleler arasından transit yaparak arka taraftan çıkıyoruz.
Ama arka cephenin üzerindeki İsa kabartmaları karşısında daha uzun bir zaman geçirmek zorunda kalıyoruz.
İsa’nın sırtındaki çarmıhla Via Dallarosa’dan yürüyüşü, çarmıha gerilişi, indirilişi ayrı ayrı sahnelerle tasvir edilmiş.
Picasso’yu, Dali’yi haber veren kabartmalar.
İşte bu kabartmalara bakarken, dört basamak aşağıdaki, uçuk sarı kostüm içindeki o adamı fark ediyorum.
* * *
Yüzü, Venedik festivalindeki insanlar gibi ağır bir makyajla örtülmüş.
Benzini tamamen örten boyanın parlaklığı kostümünden daha göz alıcı.
Başında, Orta Çağ’da kullanılan metal örme zırhtan bir başlık var.
Elinde de bir samuray kılıcı.
Biz, bu kıyafetin ne olduğunu tartışırken, hiç beklemediğimiz bir şey oluyor.
Adam ‘Siz Türk müsünüz?’ diye soruyor.
Ama bu soruyu Türkçe soruyor.
Bu defa biz, ‘Siz de mi Türk’sünüz?’ diye soruyoruz.
‘Hayır İspanyolum’ diyor.
Adı Antonio’ymuş.
* * *
Ama çok güzel bir Türkçe’yle konuşuyor.
Güya, Almanya’da bir Türk kızıyla tanışmış. Türkçe’yi ondan öğrenmiş.
Ne var ki sohbet devam ettikçe, ilginç açıklar veriyor.
Mesela, adımın Ertuğrul olduğunu öğrenince, bana ‘Ertuğrul Kürkçü’yü soruyor.
Bir süre DEV-GENÇ’ten söz ediyoruz.
Türkiye’de en sevdiği şey, Hisarüstü’nde oturup Boğaz’a karşı çay içmekmiş.
Ve daha, ancak bir Türk’ün bilebileceği birçok ayrıntı.
Belli ki karşımızda bir Türk var.
Kendini gizleyen bir Türk.
O ağır makyajın altında belli ki özenle saklanan bir hayat var.
Belli ki Antonio, onun kamuflajı.
Üzerine gidip, maskeyi çıkarmayı zorlamanın bir manası yok.
Lafı değiştirip üzerindeki elbisenin ne olduğunu soruyorum.
‘350 yıllık bir Japon samuray elbisesi’ diyor.
Gaudi, Antonio, samuray, Ertuğrul Kürkçü, Hisarüstü...
Dedim ya, burası çılgınlığın ‘Ev’cilleştiği’ yer...
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Yazarın Tüm Yazıları