Paylaş
Saltanatı ve hilâfeti ilga eden yeni rejimin, borcunu devralmasına rağmen imparatorluk geçmişine karşı topyekûn bir redd-i miras politikası uygulaması, şimdiki birikimizle tartıya vurduğumuz takdirde, çok ağır ve çok pahalı bir bedele malolmuşmuş izlenimini veriyor.
Yanıltıcıdır!
* * *
YANILTICIDIR ama, bu yanıltıcılık getirdiğimiz eleştirilerin haksız, ödediğimiz bedelin ise hafif ve ucuz olmasından kaynaklanmıyor. İkisinde de doğru saptama yapıyoruz.
Tamam da, bunları söylerken, tabir caizse, aslında “hariçten gazel okuyoruz”.
Çünkü en önce bir; davulun sesi uzaktan hoş gelir, dünkü Cumhuriyet’in, yani ulus–devletin kurucuları, bugün bize nasip olan o “mesafeli bakış açısı” lüksüne sahip değillerdi.
Onlar olayların dinamiğinde, dolayısıyla hızlanmış olan bir tarihin akışında; üstelik de irâdi bir devrimin hercümercinde, an be an dayatmakta olan kararların çeyrek, yarım veya bir asır sonra ne sonuçlar doğuracağı konusunda öyle ince eleyip sık dokuyamazlardı.
Böylesine ihtiyatlı davrandıkları takdirde “devrim” yapamazlardı ki, bu durumda da mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlen varolup varolmayacağını tartışmamız gerekecekti.
* * *
ÖTE yandan, çok milletli, çok dinli ve çok etnisiteli fakat İslam eksenli bir emperyal devletten yukarıdaki modern ulus–devlete geçişin başka bir örneği ve emsâli yoktu.
“Türk Devrimi” ancak İslam olmayan modellerin uyarlamasıyla gerçekleşebilirdi.
Dolayısıyla, kimse gökten mesih kehânetiyle inmiyor, başta Mustafa Kemal, yaratıcı olmak zorunda olan o “Türk Devrimi” öncülerinin el yordamıyla ilerlemesini ve bu süreçte de ister istemez yanlışlar ve yalpalamalar yapmasını normal ve meşrû karşılamak gerekiyor.
Burada normal ve meşrû olmayan tek bir şey var:
Onu da, artık göz çıkartan bu yanlışların “yanlış” olduğunu kabullenmeyerek hâlâ aynı dayatmayı sürdüren ve sanki 1923 atılımını ve Büyük Kemal’i reddetmek nankörlüğüne düşmüşmüşüz gibi de, her türlü reform yandaşlarını “Cumhuriyet düşmanı” (!) ilân etmeye yeltenen “statüko zaptiyeleri”nin bönlüğü oluşturuyor ki, konu bugünkü yazıma girmiyor.
* * *
DİĞER taraftan, ben kendi hesabıma, öyle dini açıdan falan değil, muhtemel politiko–diplomatik avantajlarını hesaba katarak hilâfetin kaldırılmış olmasına kısmen; kolektif hafızada kopukluk yarattığı için de reddi mirasa varan inkârcılığa toptan eleştirelbakıyorum.
Fakat yine de Cumhuriyet’in “Osmanlı siyaseti”ni esas olarak d-o-ğ-r-u buluyorum.
Öyle, çünkü Kuvva-i Milliye kadroları saltanatı mutlaka ilgâ etmek zorundaydılar!
Burada ne suç işlediler, ne yanlış yaptılar, ne de “gaflete düştüler”(!).
Kendi meşruiyetini sağlamak için devr-i sabık yaratmakla yükümlü olan her devrim gibi Cumhuriyet de bir öncekini sildi. Zaten silmediği takdirde de o cumhuriyet olamazdı.
Üstelik, Devlet-i Aliyye’ye ek olarak, kellesi gitmiş 2’nci Nikolai Rusya’sı bir; Hollanda sürgününe kaçmış Wilhelm Almanya’sı iki; Madera münzeviliğine çekilmiş son Habsburg Avusturya’sı üç, yenik bütün imparatorluklar tasfiye edilmişti. Asla istisna falan değildik.
Artı, hem şiddete başvurmadan “nazik” kovmayla yetinen Cumhuriyet’imizin, hem de taht hayali kurmadan ecdâd vatanına sadakatte kusur eylemeyen Hanedan’ımızın Allah’ı var!
Yukarıdaki “geçiş”i belki de en başarılı biçimde gerçekleştiren ülkelerden biri olduk.
O halde evet, dün meşrû sayılması gereken tüm yanlışlarına rağmen Cumhuriyetimizin özü ve rotası doğrudur; fakat, tabii ki yüceltici budalalığa da kapılmadan, imparatorluğumuza reva gördüğümüz reddi mirası aşmak, artık düzelmemiz gereken bu yanlışlardan bir tanesidir.
Paylaş