Üzerime vazifeymiş gibi, Cüneyd Zapsu’ya nasihat ettim.
Dedim ki:
"Rol çalıyorsun. Gösterişçilik yapıyorsun. Başbakan’ın başını belaya sokuyorsun. Kriz çözeceğine kriz çıkarıyorsun. Tartışmayı bastıracağına tartışma başlatıyorsun. Ortalığı süt liman yapacağına kaosa neden oluyorsun."
Bunları söyledim.
Peki ne oldu?
Ne olacak? Boşluğa yuvarlandım, açığa düştüm.
Çünkü...
Zapsu nedeniyle başının belaya girdiğini düşündüğüm "Bir numara", tuttu, "Ne belası kardeşim! Siz işinize gücünüze baksanıza! Ben Cüneyd Bey’den razıyım, Allah da ondan razı olsun" anlamına gelen sözler söyledi.
Böylece "zavallı" ben, kelimenin tam anlamıyla sersem bir "işgüzar" konumuna düşüverdim.
Şimdi Cüneyd Bey’in bana dönüp "nanik" yapma hakkı doğmuştur.
Hatta...
Bir günde değil dört, en az on dört ülkenin büyükelçisiyle görüşüp kasım kasım kasılma hakkı da doğmuştur.
"Gölge Dışişleri Bakanı" şeklinde bir sıfatı da anasının ak sütü gibi hak etmiştir.
"İhlas" verecektin, alemin ünlülerine doğum günü hediyesi olarak cip verdin.
"Bizim de bir televizyonumuz olsun" diyenlerin hem parasını, hem duasını aldın.
Karşılığında.
Derin bir hayal kırıklığı, pişmanlık ve çile dolu bir iç çekiş verdin.
Ve en sonuna en büyük numaranı yaptın:
En Mehmetçik, en milliyetçi, en ahlakçı televizyon verecektin.
Tuttun, hepimize en babasından taptaze bir Murdoch verdin.
Yani.
Sattın "Huzur veren televizyonu".
Hayırlı, uğurlu, huzurlu olsun.
Bilmiyorum...
Bu satıştan sonra için rahat mı?
Koydun mu kafanı yastığa, hemen dalabiliyor musun uykuya?
"Ulan ne büyük bir operasyon yaptık" falan diye elde ettiğin ekonomik başarının keyfini sürüyor musun?
Ne diyelim?
En iyisi "Ah Enver Abi ah" diyelim ve ötesini söylemeyelim.
Yılmaz’ın mektubuna beş maddelik analiz
BİR: Tamam, biraz lügat parçalanmıştır, bir parça edebiyat yapılmıştır ama bunları bağışlamak için elimizde gerekçelerimiz var. Değil mi ki o lügat, kutlu bir "dava" uğruna paralanmıştır, o halde bize düşen, "Susun, sesinizi çıkarmayın! Yapılan dünyanın en hayırlı lügat paralamasıdır" diyerek sessizce beklemektir.
İKİ: Bu bir klas duruştur. Mademki her klas duruş, bünyesinde risk taşır, o halde Yılmaz Erdoğan’ı aldığı risk nedeniyle kutlamak boynumuzun borcudur. Unutmayalım: Yılmaz Erdoğan’ın önünde gündem olmak için "sıfır risk"le dolu nice imkan vardır ve onun zekası bu imkanlardan yararlanmak için fazlasıyla yeterlidir. Dolayısıyla samimiyet kuşkusundan vazgeçelim.
ÜÇ: Hakkari’den çıkmış ve sonunda Yılmaz Erdoğan olmuş birinin, böyle bir mektubu yazması değil, yazmaması yadırganırdı. Bunu anlamak için çok değil, bir gününüzü Hakkari’de geçirmeniz yeterlidir.
DÖRT: Hepimiz "Kürt sorunu" hakkında her şeyin söylendiğini ve söylenecek tek bir sözcüğün kalmadığını düşünüyorduk. Yılmaz Erdoğan, işte bu önyargımızı da dağıttı. Demek ki "söz"ün hálá kıymeti varmış. Demek ki "söz"ün bittiği yerde değilmişiz. Demek ki hepimizi sarsacak kuvvette daha bir yığın sözcük bulunabilirmiş. Yılmaz Erdoğan’ın mektubu, işte bunu kanıtlamıştır ve hiç de az bir şey değildir bu.
BEŞ: Keşke Yılmaz Erdoğan, klas mektubunun yayınlandığı günün ertesinde magazin muhabirlerinin kulağına "Gülben yenge hamile! Berfin’e kuzen geliyor" gibi bir haberi fısıldamasaydı. Çünkü bu "haber", ne yazık ki "Yalvarıyorum" çığlığının ağırlığını bir parça hafifletmiştir.