Bir kuşağın günlüğü

Bazı kitaplar vardır ki, içinde geçenlerin yaşamı, bir kuşağın günlüğünü oluşturur.

Münir Göker’in Yenikapı Hikâyeleri bu cinsten.
İçindeki kişilerin bazıları önemli bilim adamları, akademisyenler, bazıları Türk edebiyatının ünlü yazarları, bazıları da bugün tanınmayan ama yaşamımızda yer alan kişiler.
Ben çoğunu tanıyorum, onlarla kahvehanede, pastanede oturmuş, konuşmuştum, birçok ortak anımız var.
Münir Göker’in öykülerinin öne çıkan bir özelliği var.
Anı ve hikâyelerin iç içe geçtiği Yenikapı Hikâyeleri’nde en çok dikkat çeken konu, İstanbul ve İstanbul’da yaşayan insanlardaki değişim. Gündelik hayatın bu günkü kadar işlevselleşmediği; insanların birbirleriyle elektronik ortamlarda değil de yüz yüze, samimi ilişkiler kurabildiği, bir arada zaman geçirebildiği o yıllarda yaşanan dostluklar, hikâyelerin merkezinde yer alıyor.
1950, 1960 yıllarında okuyan, yazan, çeşitli okullarda öğrenim gören insanların, siyasal düşünceleri, tartışmaları, komünizmden kapitalizme, Marksiszm’den sosyalizme kadar uzayan kavramlar bulvarındaki tartışmaları.
Kimisi şaka düzeyinde kimisi de içselleştirlmiş bir siyaset grafiği.
Darbelerden polis takiplerine kadar birçok serüven.
Söz konusu, bir kuşağın tutanağı olunca, içinde bizde iz bırakan birçok ölümler anlatılır.
Göker, ince bir mizahın içinde acıları, özlemleri barındıran öykülerinde Taksim’den Yenikapı’ya kadar değişik mekânlardaki gençlik yaşamını bize yansıtıyor.
Bugünkü kuşaklar, bu öykülerde hem kendilerinden farklı hem de kendilerine benzer birçok gerçeği okuyacaklar.
Her kuşağın toplumsal eleştirisi vardır, dünden bugüne bakarken bazı özlemlerini dile getirirler.
Göker de, bugün medyadan insanların duyarsızlığına kadar nice konuyu eleştiriyor.
Şöyle bir durup düşünün, en son ne zaman İstanbullu bir yazarın kaleminden gerçek İstanbul öyküleri okudunuz. Münir Göker’in kitabının bir diğer önemli özelliği de budur kanaatimce. Nüfusun az, denizin temiz olduğu, insanların birbirine dost olduğu, tribün terörünün yaşanmadığı, bırakın medya bombardımanını tek kanalın bile herkesin evinde olmadığı radyo günleri yaşanmakdaydı İstanbul’da. 60’ların başında, bugünün sanat dünyasında veya çeşitli bilim dallarında isim yapmış birçok insanın gençlik yıllarıdır. Münir Göker anılarıyla karışık İstanbul’u, Yenikapı’yı, dostlarını ve bir taraftan da Türkiye’yi anlatıyor. Kimler yok ki satır aralarında; Onat Kutlar, Cemal Süreya, Savaş Dinçel, Ali Poyrazoğlu, Yaman Tüzcet, Şakir Eczacıbaşı, Refik Durbaş, Mehmet Barlas, Atilla Özkırımlı, Afşar Timuçin...
Okuyun, kuşaklar arası değişimlere dikkat edin.
Ayrıca bir kuşağın da nasıl yaşadığını öğrenin.
(Münir Göker, Yenikapı Hikâyeleri, Cinius Yayınları)

KİTAPTAN

Mahir ile Necati

Yenikapı’da herkesin bir takma adı vardır. Gavur Turgut, Can Paşa, Tırtıl Nizam, Kikirik Kemal, Mavro Yahya, SS Kemal, Tiyatrocu Savaş, Yumuşak Ali, Umbor Mehmet, Bambino Münir, Topal Sadi vb... Uzayıp giden bir liste. Ancak Mahir ile Kambur (Necati) birbirlerini kendi adlarıyla çağırırlar, konuşmalarında kesinlikle saygıyı elden bırakmazlardı.
Yıllar sonra Mahir ve Kambur bembeyaz saçları, doğanın bir hükmü gibi yıpranmış vücutları, çukurlaşmış gözleri, direncini epeyce yitirmiş dizleri ile Yenikapı’da buluştular. Mahir’in kamburu Necati’ye yaklaşmıştı. Yıllar önce söylediği ‘Benim de sırtımda kamburlarım var...’ sözü bugünü ne güzel özetliyordu.
İstanbul o günden bugüne ya da günden geceye tümüyle değişmişti; beş milyon nüfus on küsur milyona ulaşmış, her şey ama her şey yıkılmış veya erozyona uğramış, Kadıköy vapurlarındaki tül perdeler kaybolmuş, İstanbul Hezarfen Çelebi’nin kanatları altında değil, korkunun, taassubun, çirkin yapılaşmanın, televole medyasının kanatları altına girmişti.

Aristokrasi meselesi

Tango Bıyık bizim kuyağın en duygusal meyhanesi idi. Absürd kelimelerden oluşan meyhanenen isim babası siyahi tenli hukuk öğrencisi, bizim takımdan Arap Teo idi. Yenikapı’da kayalıklar üzerinde kafaların çekildiği Tango Bıyık’ta 125 kuruşluk Güzel Marmara Şarabı içer şişeleri kırmamaya özen gösterir (meyhanenin tüm sermayesi boş şişelerdi) tuttuğumuz taze istavritleri yerken elimizi yıldızlara uzatır, Cemal Süreya’dan Nâzım’dan, Neruda’dan şiirler okurduk. Bizi umutsuzluğa ve hüzne bağlardı o eşsiz güzellikteki dizeler.
(...)
Nizo müdahale etti:
“Yapma be Mahir. Marksizm’de kötümserlik yoktur. Ulaşacağız o kıyılara bir gün mutlaka.” Can Paşa Nietzsche’den bir pasajla renk kattı sohbete. :
“Beyrel, Zerdüyt demiş ki: ‘Bilinçsiz, zevksiz, çapsız köylüler ve proleterya ile hiçbir şeye ulaşılmaz. Hiçbir estetik görüşü olmayan bir güruh, küçük menfaatler için hemen satar seni. Asıl olan aristokrasi imbiğinden geçmiş gerçek demokrasidir. Cumhuriyetle birlikte.”
Sonra kendi görüşünü ekledi:
“Lenin bile, ‘Ben bu devrimi inançlı ve kültürlü 5000 deniz piyadesi ile yaptım. Ama bu mujiklerden çekeceğimiz var’ demiş. İşte Rusya’nın bugünkü hali. Çözüm aristokraside Beyler.”
Sonra, aramızdaki solcuların hınzır saldırısı karşısında geri adım attı:
“Be birader benim kafamda tüm doktrinler var. Ben herkesi kucaklıyorum. Hizaya gelin. Ben Aristokrat bir insanım.”

DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ

Tess Gerritseh / Ruh Koleksiyoncusu / Doğan Kitap
İsmal Keskin / Hediye / Hayy Kitap
Daniel Defoe / Moll Flanders / Can
Fevzi Çakmak / Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik / İş Bankası Kültür Yayınları
Kenneth Slawenski / Üzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger / Sel Yayıncılık
Yazarın Tüm Yazıları