Paylaş
Damardan Orhan Pamuk (1)
Harrison Ford'u seviyorum.
Harrison Ford'u sevdiğim için mi, Orhan Pamuk'u ona benzetiyorum, yoksa Orhan Pamuk'u tanıyıp sevince mi, onu Harrison Ford'a benzetmeye başladım bilmiyorum. Ama yarın Hürriyet Pazar'da yayınlanacak o röportajda ben resmen yazar Orhan Ford'la söyleşi yaptım. Özellikle de Frantic filmindeki haliyle. Hafif şaşkın, kendi içinde bir yerlere gizlenen, insanı sinir edecek kadar zeki, komik, güvenilir, bir tür sihirbaz olan, kısmenden fazla spastik, ama bir o kadar da sempatik...
Zaten o da hayattaki temel kalıbının gizlenmek olduğunu söylüyor.
Orada bir marifet yapıp, birden bire çıkıp gösterip, insanların güldüğünü görmek. Yani aynen Frantic'teki Harrison Ford! Nasıl da sünepe duruyordu başta değil mi? Sonra birdenbire, bambaşka bir adam çıktı içinden. İşte Orhan Ford da, yazarlığı bir tarafa, bir insan olarak, bir adam olarak, bende aynı hissi uyandırdı. El çırpmak, koltukların üzerine tırmanmak istedim.
Uygun düşmez diye vazgeçtim.
Uygunsuz sorular sormayı tercih ettim.
Bir nevi aşk benimki
Sevdiklerimi sürekli, sevdiğim başka şeylere benzetiyorum.
Mesela kedim bir soru işaretine benziyor. Yemin ediyorum, yüzü aynen öyle. Çünkü ben soru işaretlerinin hayatta temsil ettiği şeyleri seviyorum. Kendimi de kedime benzetiyorum. Evet, Aristo mantığı, ben kendimi de seviyorum. Ama sevdiğim başkaları da var, kimi elmaya benziyor. Yeşil elma diye ayırabileceğim sevdiklerim var, onlar bir tuhaf, mayhoş, bir de Amasya'lar var. Ankara armudu gibi olanlara geçmeden...
Beni damardan etkilemiş olan Orhan Pamuk'a dönmek istiyorum.
Bir nevi aşk benimki.
Üç saatlik söyleşiden sonra, içim dışım Orhan Pamuk oldu.
Siz kurtulacağınızı zannediyorsanız yanılıyorusunz.
Rantiyeliğim sonradan
Yazar olarak yaratıldığınızı ilk ne zaman anladınız?
Hala anlayabilmiş değilim. Bazen de yanlış bir karar verip vermediğimi düşünürüm. Ressamlığa devam etseydim, doğuştan, Allah'tan yetenekli hissedecektim kendimi. Yazarlığımın doğallığı konusunda şüphelerim var.
İlk romanınızı sekiz yıl sonra kitapçıda görebildiniz. Basılması yıllar sürdü. Benden adam olmaz dediğiniz oldu mu? Demek istiyorum ki, nasıl sabrettiniz?
Hiçbir zaman sekiz yılda yazarım bu romanı diye başlamam ki! Bir yılda bitiririm Alimallah derim. Sonra tamam iki yıl oldu ama üçüncü yılda bitecek derim. Sonra dördüncü yıl olur. Ben dört yılda biter diye başlarsam herhalde onaltı yıl sürer. Bu yıl biter diye acımasızca kendimi kandırdığım gibi ama kötü niyetlerle değil, yayıncıları da kandırırım.
22 yaşında yazmaya başlayıp 30 yaşında ilk kitabınızı bastırdığınıza göre, Allahaşkına o sekiz yılda para nasıl kazandınız?
Kazanmadım. Babam bana cep harçlığı verdi.
ÊAnladım. Ve sizi rantiye olmakla suçluyorlar değil mi?
Hayır, o cep harçlığı dönemleriydi. Rantiyeliğim daha sonradır!
74'teki adamla ‘‘Benim Adım Kırmızı’’yı yazan adam aynı mı?
Değil tabii ki. Ne mi oldu arada? İşime hakim oldum, bazen şüphelendiğim bir güven geldi kendime.
Bir de sosyal içerikli bir soru sorayım, yirmidört yıl içinde bu ülkede değişin neler var?
Sosisli sandiviçlerin yanına turşu koyarlardı, o kalktı.
Cevdet Bey ve Oğullarından sonra o çok zor beğenen eleştirmenler bile, ‘‘En sevdiğim 20 Türk romanının içine alırdım bu kitabı’’ dedi. İnsan ne hissediyor. A) Başardım. B) Eyvah şimdi ne olacak! C)Yandım. D) Gerisi nasıl gelecek!
Hepsi. Ama yine de memnun oluyor insan, hala da oluyorum. İşin ehli tarafından beğenilmek...
Keskin sirke olurdum!
Tamam dünya çapında bir yazarsınız. Ama ya olamasaydınız? Yazamasaydınız? Sizi kabul etmeselerdi. O zaman ne yapardınız?
Biraz daha keskin sirke olurdum! Sizin pop sorularınıza daha sivri cevaplar verirdim. Ama itirazım yok, hocam! Daha öfkeli bir adam olurdum, demek istiyorum ki sizin rahat sorularınıza öfkeli cevaplar verir, size kesinlikle daha az gülümserdim.
ÊNeden sizin kitaplarınız çok satıyor?
A) Bilmiyorum ama bunu Hürriyet gazetesinde sormanız kitaplarımın daha da çok satmasına yardım ediyor, teşekkür ediyorum. B) Bir de Umberto Eco'nun da verdiği bir cevap var: Bana kitaplarımın neden çok sattığını soruyorsunuz, bu çok güzel ve özel bir kadına gidip niçin erkekler size aşık oluyor diye sormaya benzer.
Ölüm sizi çekiyor mu?
Ölümü anlatmak beni çekiyor. Yirmili yaşlarda daha çok çekerdi. 46 yaşına gelince insan, ölüm ilginçliğini yirmilere göre kaybeder. İnsan artık alışmıştır. Yirmi yaşında insanı metafizik düşünce de çeker. Dünyanın yapısı hakkındaki düşüncelerle cambazlık yapma, taklalar atma. Bunların zevkine kapılma. Saf düşünceye kendini verme...
Ee ne oluyor, 70'indeki adam herşeye alışmış mı oluyor! Ben onların üç buçuk attığını düşünürdüm.
Yaptığınıza düşünmeyi abartarak saçmalığa indirgemek denir! Hem ben kendi durumumdan bahsediyorum. Şu durumumda ölüm beni çekiyor iyi ve inandırıcı bir hikaye anlatabilmek için çekiyor. Bir de ola gelmiş alışkanlıklarımız içinde ölümü başka türlü görmeye çalışıyorum. Her zaman iyi olmuyor değil mi? Siz, bu cevabı sevmediniz!
Yooo idare eder. ‘‘Benim Adım Kırmızı’’ da bir yere bayıldım. Sayfa 17: ‘‘Bir şehri seversiniz, orada çok gezersiniz, yıllar sonra o şehrin sokaklarını yanlız ruhunuz değil, gövdeniz de kendiliğinden öyle bir tanır ki, karın kederli serpiştiği bir keder anında bacaklarınız sizi kendiliğinden sevdiğiniz bir tepeye çıkarır’’. Yani bir şehri sadece ayaklarıyla ruhu olmadan sevebilen bir adam, bir kadını sadece bedeniyle sevebilir mi? Soru bu.
Aferin. Kitabımı anlamışsınız...
Hemen aferin'e tav oldum ve ben dağıldım!
Sevebilir. Mümkündür. Üstelik en kışkırtıcısı ve çekicisi budur. Kitabımda bu konuda daha açık, daha berrak bir düşünce var: ‘‘Ölüler aleminde gövdesiz bir ruh nasıl gerçek mutluluk sebebiyse, yaşayanlar arasında da en büyük mutluluğun ruhsuz bir gövde olacağını ne yazık ki kimse anlayamıyor’’. Bu size sadece gövdeyi sevmenin mümkün olabileceğini değil, bunun en iyisi ve en mantıklısı olduğunu da ima ediyor.
Ruhsuz bir hayat?
Açalım bunu biraz. Benim IQ yeterli değil de.
Hürriyet okurlarının IO'su yeterlidir. Açarsak bozarız.
Bozmayız.
Öyle mi? O zaman romana gireceğim biraz. İslam düşüncesindeki ölümden sonra kişinin başına gelecekler konusunda birçok kitap yazılmış. Benim yararlandığım El Cevziye'nin Kitab-ı Ruh adlı eserinde öldükten sonra ne oluyor, cennete gitmeden Berrak denen bir yere geçiliyor, sonra ruh nasıl yükseliyor, bunlar anlatılıyor. Ben de bunlarla arama belirli bir mesafe koyarak, mizah duygusu ve oyuncu edebiyatla yaklaşarak aslında bir roman kahramanının canlı yayında, ölüm sonrası röportajını yayınladım. O başına gelenleri anlatırken, çeşitli yolculuklar yaptıktan sonra, bir çeşit bilgeliğe de ulaşarak, cennette en güzel şeyin insanın bedeninden kurtulması olduğunu keşfettiği anda, dünyada en güzel hayatın ruhsuz bir gövde olduğunu... Çakazlıyor!
Mümkün mü?
Bırakalım bunları. Fantazi ya da ütopya. Ruhsuz hayat çok daha mutlu olur kısaca. Nokta. Öteki taraftan ruhsuz hayat yaşayamadığımız için ruhsal olarak derin bir hayatı mutluluk yerine bir teselli olarak koyuyoruz. Bunun için hayatımı kitaplar arasında geçirdim ben.
ÊYani siz ruhlu ve mutsuzsunuz.
Bence bu konuyu kapatalım.
Paylaş