Ayşe'nin gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Safran'da bir kaplan

Onun kod adı Kaplan.

Asıl adı Altan.

Sizin tanıdığınız şekliyle Aslı Altan.

Onun deyişiyle ‘‘lokantası’’nın adı Safran...

Yani oluyor otomatikman, ‘‘Safran'da bir kaplan’’.

*

İstanbul'da gece hayatında profesyonel olarak dolaşan topu topu yüz kişi var. Bunların bir kısmı, Şamdan'cı. Yani Şamdan ve benzeri mekanların müdavimi. Bir kısmı ‘‘Paper’’cı, yani Paper Moon'da ‘‘akşam yemeği’’ alıp da, gerisini getirmeyenler. Bir de ‘‘yüzer gezer’’ler var, onların gönülleri hovarda, her gece bir barda.

Bir de Safran gibi, nev-i şahsına münhasır mekanlar var.

Tanımlanamaz yerler.

Sahiplerinin ve müşterilerinin, kişilikleriyle renklenen yerler.

Aşağıda okuyacağınız yazı, Aslı Altan'ın ağzından çıkan laflarla Ayşe Arman'ın kaleminden dökülenlerin salata yapılmış halidir.

Bol limonlu.

*

- Burası sence neye benziyor?

- Bana benziyor...

- O ne demek?

- Tarifsiz demek.

- Bu da iyi. Ama ben anlamıyorum ‘‘tarifsiz’’ ne demek?

- Benzersiz demek, eşi benzeri yok demek. Safran'ın diğer lokantalardan ayrılan bir dolu yanı var. Mesela rahatlığı, çeşitliliği. Evde hissediyorsun burada kendini. İnsanlar dolanıyor, bak. Sen böyle bir yer gördün mü?

- Çok de alçak gönüllüsün! Arabasıyla kendisi arasında parallelik kuranlar görmüştüm, hatta benim gibi kedisiyle de, ama lokantasıyla kendini özdeşleştireni ilk defa görüyorum. Başka?

- Bukelamun gibi burası.

- Yani sen.

- Yani Safran! Akşam saat 8'de gel, başka bir yer burası. Düzgün. Gıcır, gıcır. Bembeyaz örtüler. Adam gibi yemekler. Herşey dikkatlice, özenle yerine getirilmiş durumda. Sonra? Sonra saatler ilerliyor. Benim mood'umla birlikte mekanın mood'u da değişiyor. Çalan sakin cazlar yerini başka müziklere bırakıyor.

- Buradaki müzik de senden soruluyor.

- Elbette! Ve sen gece 3'te bambaşka bir yerden çıkmış oluyorsun. Çıkarken Orhan Gencebay'ları da dinlemiş oluyorsun. Tabii ki yürüyecek haldeysen, çıkabiliyorsun! Yoksa seni taşıyorlar.

- İnsan burada niye hep sarhoş oluyor?

- Ben ne bileyim canım. Ben zaten lokantacılıktan da anlamam, nasıl tesadüfen sinemacı olduysam, tesadüfen de lokantacı oldum. Burası Şömine Pavyonu'ydu. Döküntü, köhne bir yer. Ama kapıdan girince vuruldum. Işığına! Sonra da bu hale dönüştürdük. Tasarım Huşper Akyürek'e ait.

- Burada tasarımdan çok ruh var.

- O benim ruhum oluyor.

- Ama ne yazık ki ‘‘ruhun’’ hiç bir zaman fazla açık kalamıyor!

- Evet, beş ay açık kaldı, sonra altıbuçuk ay mühürlüydü. Şimdi yeniden açıldı. İnsanın içi de, ruhu da öyle değil midir? Açılır, sonra kapanır!

- Müzik acayip iyi.

- Çünkü ben iyiyim.

- Ne anlamda?

- Her anlamda.

- O ne demek?

- Sabırlıyım demek. Zaman tanıyorum insanlara. Küt diye girmiyorum meseleye, bekliyorum. Alışmalarını. Ritmi yavaş yavaş değiştiriyorum, volümü yavaş yavaş yükseltiyorum. Havayı kokluyorum, hayvan gibi.

- Ne iyi. Ya bu insanlar?

- Onlar birbirini tanıyan insanlar. Anaların babalarının ismini bilmezler belki, ama onlar genelde birbirine benzer. Fiziksel benzerlik değil kasdettiğim. Bak, uzaydan gelmiş gibi duran kimse yok. Rahatsız olan ikinci kez gelmez. Keyifli zaman peşinde olanlar gelir.

- Ne yaparlar burada?

- Ne tuhaf sorular soruyorsun. Azarlar!

- Sen?

- Ben de! Patronlar da azar. Azmalı. Ama patronluk taslamayan patronum ben. Hani mekanlarının patronları mesafeli değildirler ya, çok samimidirler, bunun iyi bir yöntem olduğunu düşünürler, herkesi kapıda karşılarlar. Adeta konsomasyona çıkarlar. Yüzlerinde yılışık, yapıştırma bir gülümseme. Ben öyle değilim. Ben nemrutum. Canım isterse merhaba derim. Bilmem neyi çalar mısın? Hayır, canım istemezse çalmam.

- Sinemacılık ne alaka, lokantacılık ne alaka?

- Var bir alaka aslında. Gecenin başında ‘‘kurgu’’ başlıyor.

- Yönetmen de mi sensin bu arada?

- Bazen. Ama kafadaki kurgu her zaman yaşamdakine uymuyor. Burada herşey kendiliğinden oluyor. O yüzden güzel. Süprizlere açık. Bir de yaşamda her yerden her yere geçilir. Oyuncuyken lokantacı olunur.

- Oyuncu nasıl olunur?

- Ne bileyim, belki de doğulur! Doğduğunda bilmezsin, sonra öğrenirsin. Şahin Kaygun zorladı beni. İlk filmi Dolunay.

- Kaç filmde oynadın?

- Bir kaç iyi filmde.

- Çok gıcıksın.

- Evet.

- Sana Aslı adı hiç yakışmıyor.

- Adım Aslı değil de ondan. Adım Altan.

- Ben sarhoş mu oldum, senin adın Aslı Altan değil mi?

- Hayır canım, Altan Yağcı. Dolunay filminde oynayanların ismi şöyledi: Kenan Bal, Altan Yağcı, Macit Koper. Afişteki soyadlara bir bakıyordun ki, kahvaltı mönüsü gibi! Ben de kendi kendime ismimi değiştirdim. Yağcı'yı attım, başına bir Aslı aldım. Yani uydurdum. Banu Alkan gibi. Yoksa benim adım Altan. Ama zaten aslı, yani ‘‘gerçeği Altan’’ anlamına geliyor ismim.

- Altan erkek ismi değil mi? Çok maskülen.

- Hayır unisex.

- Peki öyle olsun.

- İsmimi çok severim. İnsanların isimlerinin önemi olduğunu inanırım. Düşünsene hayat boyu taşıyorsun! Bazıları ezilirler isimlerinin anlamının altında. Bir arkadaşım çocuğuna Diva ismini koyacaktı kı, manyak mısın dedim, sen kızına böyle bir şeyi nasıl yaparsın. Benim adım Fatma olamazdı mesela. Allahtan Altan. Zaten bizimkiler kız da olsam, erkek de olsam Altan koyacaklarmış ismimi. İyi yapmışlar.

- Sen hep oyuncu mu olmak istemiştin?

- Ne alakası var. Ben miço olmak istemiştim. Denizi çok severim. Geniş alanlar, geniş ufuklar, rahatlık, açıklık. Ben sıkışıklık sevmem. Ama arkeoloji okudum. Hem de Erzurum'da. Müthişti. Sürekli kayak yaptım. Doğu çok güzel.

- Somonlu fettucini de öyle. Yemekler iyiymiş. İkinci filmin nasıldı, ben hiç birini seyretmedim de.

- Sis. İyiydi. Ben çok kendini gösteren bir tip değilim hayatın içinde, ama sahnede bana bir şey oluyor, hayvan tarafım çıkıyor, iyiyim ben oyuncu olarak, biliyorum, hissediyorum. Bu da ruhumdaki tezatlardan biri. Dolunay'ın çekimleri bitti, bir baktık büyük bir bölümü flu çıkmış. Beş gün içinde, üstelik kıştı, neredeyse tüm filmi yeniden çektik. Hem de yazın çekilmesi gereken sahneleri.

- Eeee?

- Eeee si bütün ‘‘it’’li hastalıkları oldum: Bronşit, faranjit, laranjit.

- Ama artık film yapmıyorsun.

- Çünkü ben ‘‘vasat’’ bir şey yapmak istemiyorum hayatta. Sanma ki teklif gelmiyor, geliyor, ama hiçbiri içime sinmiyor. Dolayasıyla oyuncu değil, lokantacıyım artık. Çünkü burası, yani Safran çok içime siniyor. Ama hayat bu bilinmez! Neyin ne zaman insanı sıkacağı önceden kestirilmez. Bakmışsın bir gün miço olmuşum...

Yazarın Tüm Yazıları