Grazzie Köprüsü’nden Arno Nehri’ni geçen minibüsümüz, kentin güneyindeki Fatthucia Tepesi’ne kıvrılarak tırmanan yoldan hızla yükseldi. Ilık bir nisan ikindisiydi. Yemyeşil koruların içinden, eflatun konfeti gibi patlamış erguvanların, morsalkımla süslenmiş tarihi taş duvarların arasından geçip otoparkı andıran geniş meydana vardı. Meydanın kıyısına turist otobüsleri sıralanmıştı. Ortasında bronz Davud heykeli, dört köşesinde ise Michelangelo’nun diğer eserlerinden alınmış birer figür yükseliyordu. Kentin en talihsiz Davud’u olmalıydı bu. Mermer replikasını Signoria Meydanı’nda, aslını Akademi’de görenler yanından hiç ilgilenmeden geçiyordu.
Nehrin yanıbaşındaki meydan boşluğa balkon gibi açılıyordu. Dikdörtgen şeklindeydi ve arka bölümü restoran, diğer üç yanı park olarak düzenlenmişti. Yaklaşık 150 metrelik ön cephe, şekerleme, sosis ve hediyelik eşya satan karavanlarla panayır yerine dönüşmüştü. Neyse ki korkuluklarla aralarında geniş bir kaldırım vardı. Turist grupları bu kaldırımdan meydanın kenti en iyi gören, günbatımı manzarasıyla meşhur kuzey batı köşesine doğru koşturuyordu…
DOĞAL ÇİÇEK BAHÇESİYDİ
Floransa çanağı andıran, yaklaşık 20 kilometre çapındaki bir vadiye kurulmuştu. Karşımızda Muscoli, Ceceri gibi yüksekliği 400 metre civarındaki tepeler, onların ardında 900 metreyi bulan Settignano ve Fiesole dağları sıralanıyordu. Rehberimiz Ertürk Durmuş’un anlattığına göre, iki nehrin geçtiği bu vadi bir zamanlar baharda eşsiz güzellikte çiçeklerin yetiştiği bir cennet bahçesiydi. Romalı General Sulla, savaş yolunda buradan geçerken hayran kalan askerlerine “Zafer kazanırsak bu ovaya bir şehir kurmanıza izin vereceğim” demişti. Bu şevkle düşmana saldıran ordu zaferle dönmüştü.
Bugün ovada Rönesans’ın doğduğu, en güzel örneklerini bıraktığı biblo gibi bir şehir yükseliyordu. Güzelliğini tepeden görmek için Michelangelo Meydanı’na koşan erkenci turistler, gün batımını fotoğraflamak için sabırla bekliyordu. Ağırlık orta yaş ve üstündeki Amerikalılardaydı. Onların dışında her ulustan gezgin bulmak mümkündü burada: Koreliler, Japonlar, İskandinavlar, Ruslar… Modifiye edilmiş, parlak ışıklarla donatılmış otomobillerinden yüksek sesle rap çalan Balkan göçmenleri, ellerindeki taklit saatleri satmaya çalışan Afrikalılar…
Güneşin batmasına denizci usulüyle dört parmak, yani yaklaşık bir saat vardı. Kuzey batı köşesinden aşağıdaki parka inen merdivenler şimdiden gençlerle dolmuştu. Şaraplar, biralar açılmış, fotoğraf makineleri sehpalara yerleştirilmişti. Aslında günbatımını görme ihtimali pek güçlü değildi. Kuzeydoğudaki dağların ardından koyu renkli bulutlar geliyordu üstümüze. Meteorolojinin sağnak öngördüğü bir günü ıslanmadan kapatmak üzereydik.
Yazının devamını okumak için tıklayın...