TANEM SİVAR
Ailenin gözbebeğiymişsiniz, üzerine harika bir de eğitim almışsınız. Nasıl bir çocukluktu?
- 1958’de doğdum. Doktor bir ailenin iki abiden sonra doğmuş şanslı bebeğiyim. Üzerime titrediler. Bu benim özgüven mimarım oldu. Çok büyük bir şefkat, sevgi, ilgi... Ama babam “Bir türlü şımartamadık seni” derdi. O dengeyi koruyarak, sorumlukların verildiği, görevlerimin anlatıldığı bir çocukluk geçirdim. Bunun yanında çok göç eden bir aileydik. O dönemlerde Türkiye’de anormal tayinler olurdu. İlkokulu beş ayrı şehirde okudum. Hiçbiri de sene sonunda değil, hep ortasında. Tayinin çıktığı günün bir hafta sonrası babam önden o şehre gider bir ev bulurdu, ardından biz de yollara düşerdik. Geri dönüp baktığımda, bunun bana çabuk topluma girebilme, rahat olabilme konusunda katkısı olduğunu görüyorum. Adaptasyon kabiliyeti kazandırdı. Çok insan gördüm, çok şehir gördüm, çok kitap okudum.
Sonrasında İstanbul’a gelmişsiniz ve Türkiye’nin en iyi okullarında okuma fırsatı bulmuşsunuz...
- Robert Kolej’de okumuş olmayı çok önemsiyorum, Boğaziçi Üniversitesi de öyle. İkisinin de bana çok şey kattığını düşünüyorum. Eğitim çok müthiş tamam, İngilizce de çok iyi. Ama Robert Kolej’in en önemsediğim yanını söyleyeyim. Orada bir anlayış vardır, çabaya not verilir. İlla sonucun doğru olması şart değildir. Hoca sadece sonuca bakıp sizin puanınızı kırmaz. Bakar, denemiş mi, doğru yolu bulmuş mu, bir yere kadar getirmiş mi. Bu çok küçük bir şey olsa da beni çok etkilemiştir. O zaman moraliniz bozulmuyor, güçlü taraflarınız ortaya çıkıyor. Hocanın sizi izlediğini, takdir ettiğini anlıyorsunuz. Hata yapabilme özgürlüğünüz oluyor.
İş hayatına çok iyi bir noktadan başlayıp kısa süre sonra neye dönüşeceğini bilmediğiniz bir maceraya atılmışsınız. Girişimcilik ruhunuzda mı varmış?
- Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirince dediler ki, “Şirketler sizi kapıda bekleyecekler, kapacaklar.” Ben hiç öyle bekleyen falan görmedim. Birçok işyerine başvurdum. Ya onlar beni seçmedi ya da seçenleri ben beğenmedim. 6-7 ay kadar iş aradım. Sonunda Şişecam Fabrikaları Genel Müdürlüğü Planlama ve Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü’ne planlamacı olarak girdim. Oradaki en yakın arkadaşım
benden 4-5 yaş büyüktü. 25 tane fabrikanın fizibilitelerini, yatırım araştırmalarını, çevre etütlerini yapıyorduk. Küçücük bir telefon santralı alınacaksa da bize soruluyordu, büyük bir fabrika renovasyona gidecekse de. Bilgisayar yoktu ama çok güzel yıllardı. Orada fizibilite kavramının içini çok doldurduk. Sanayi odalarına, ticaret odalarına, üniversite kitaplıklarına gittik. Çok verimli yıllarımız geçti ama benim bünyemin rutinle bir sıkıntısı var, 5.5 yıl sonra oradan ayrıldım.
Ardından dünyaca ünlü bir markanın bayii olarak iş hayatına girmişsiniz. Yollarınız o markayla nasıl kesişti?
- O benim ilk girişimcilik adımımdır. Türkiye’nin ilk alışveriş merkezi açılıyordu, orada olmak istedim. Eskiden beri yurtdışında alışveriş merkezi kavramı hoşuma giderdi, Türkiye’de bir tane bile yoktu. Orada olmak istedim, bunun da tek yolu bir mağaza açmaktı. O işe girişim alkışlarla falan karşılanmadı, çok şaşırıldı. Bu kadar iyi bir eğitimden, planlama ve ekonomik araştırmalardan sonra “Aaa Ayşen dükkân mı açtı?” diyorlardı. O dönemlerde sadece aileden gelinirdi, esnaflığı ikinci nesil, üçüncü nesil yapardı. Babam “Esnaf olacaksan, niye bu kadar okudun ki?” dedi. Çok hoşuna gittiği söylenemez.
Hiç bilmediğiniz bir alanda sıfırdan nasıl başlamak bir şey?
- Koli de açtım, vitrin de yaptım. Raf temizleyip elemanlarla birlikte eğitime gittim. İtalya’dan gelen ekibe sipariş de veriyorduk, aynı zamanda temizlik yapıyorduk, hatta eleman gelmeyince satışa giriyorduk. Mağazacılığın da bir tozu var, ben o tozu yuttum. 6 mağazaya ulaştıktan sonra, “neden kendi markamızı yaratmayalım, neden biz de dünyada böyle bir isim olamayalım” diye yeni bir yola girdik. İçinde biraz cahil cesareti, biraz gençlik heyecanı, biraz da o benim nereden geldiği çok anlaşılamayan aşırı özgüvenim var. Biraz mağazacılığı öğrenmişim, Luciano Benetton gelip tebrik etmiş, elimi sıkmış. Hepsi bir araya gelince biz ipek ve kaşmir macerasına başladık.
Sonra Çin yollarına düşmüşsünüz. Ne işiniz vardı orada?
- 1992’de hayatımız değişti, bir keçinin ve kozanın peşine düştük. Eşim o zamanlar demir-çelik alanında Çin’le çok iş yapmaktaydı. Ama tekstil bambaşka bir alan. Hem okuldan, hem üniversiteden arkadaşım olan Sermin Korman mezuniyet sonrası bir tekstil kurumunda deneyim kazanmıştı, o da yanımdaydı. Ama öyle bir dönem ki, Berlin Duvarı’ndan sonra herkes Çin’in dağılmasını bekliyor. Büyük korku var, kimse Çin’e gitmiyor. Zaten Çin kapalı bir ülke, yeni açılmaya başlıyor. Kendi içinde sancıları var. Ama kaşmir keçisinin ve ipek kozasının en iyileri oradaydı. Bizim orada varoluş nedenimiz o iki hammade. Çok ciddi araştırmalar yaptık, ağıllara girdik, bütün keçi cinslerini öğrendik. Bu iş nasıl yapılır, en iyisi nereden çıkar derken, sonunda ‘capra hircus’ denilen o keçiye ulaştık. O keçinin aradığımız keçi olduğunu anlayıp boynuzundan tuttuk. Onun inadı bize geçti diyorum ben.
O dönem Çin’i komşu kapısı yapmış, sürekli gider gelir olmuşsunuz. Bu temponun yanında 2 çocuklu bir de aile. Nasıl çıktınız işin içinden?
- Pekin’e gitmek benim için hiç dert değildi. O kadar sık gidiyordum ki, artık hayatımın bir parçasıydı. Mühim olan İç Moğolistan’a gitmekti. Oraya bir havayolu firması çalışıyordu ve çok sık da kaza yapıyordu. Bu yüzden oraya gitmek için treni kullanıyordum. 17.5 saat tren yolculuğu yapıyorduk ki, Türkiye’de bile trene binmişliğim neredeyse yoktu. Ama mecburdum, oraya gideceksin, o satın almayı, o fiyat pazarlığını yapacaksın, o üretimin başında olman gerek. Çocuklarımı çok özlüyordum, kolay değildi.Şimdi düşünürken yoruluyorum yaptığım şeyleri. İki genç kadın, yatakhane arkadaşı... Ama iyi ki yapmışız, iyi ki bu çileleri çekmişiz. İyi ki buna katlanmışız. Adım adım gittik, hep küçük küçük adımlarla. Daha iyi bir kaşmir, daha iyi bir ipek bulmak için. 11 günlük bir seyahatim var, gecede 3 veya 4 saat uyuyarak geçirdiğim. Çok yıprattık kendimizi ama başka türlü de olmuyordu. En kaliteli ipeğe ve kaşmire ulaşmak için her yeri görmemiz gerekiyordu.
Ulaşılabilir lüks dünyasına, dünyanın lüks merkezi Zürih’ten girdiniz. Yani globalden yerele gittiniz. Bu büyük bir risk değil mi?
- Evet bir riskti ama çok da doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada kendimizi test ettik, çok şey öğrendik. Oradaki müşteriye kendinizi sevdirmek, kaliteyle özdeşleşmiş İsviçre’de var olmak çok önemliydi. O ince zevkle özdeşleşmiş ulusa, kendimizi kabul ettirdik. Mağazamız Bahnhof’ta, UBS Bankası’nın altındaydı, çok güzel bir yerde başladık. Ve orada başlamış olmak da çok şey kattı, çok duyulduk, çok müşteri elde ettik.
Bu marka 20 yıldır var ama hâlâ Türk olduğunu duyunca şaşıranlar oluyor. Bu gurur duyulacak bir durum mu, yoksa kendimizi layık görmeme hali rahatsız edici bir şey mi?
- Yıllar önce işe ilk başladığımızda global bir marka olma hevesimiz, cesaretimiz ve tutkumuz vardı. Daha en başından öyle bir global marka imajıyla doğduk ki, sanıyorum bu hep böyle gitti. Senelerdir her yerde Türk markası olduğumuzu vurguluyoruz. Ama galiba o ilk intiba çok önemli. Reklamlarımızla, duruşumuzla, mağazacılığımızla ve koleksiyonumuzla da bir dünya markası imajı yarattık. Sanıyorum hâlâ bunun etkisiyle Türk markası olmadığımızı düşünenler oluyor. Ama bu yanlış bir şey de değil, biz gerçekten 26 ülkede varız, dolayısıyla dünyaya ait bir markayız diyebiliriz.
‘İyi ki yapmışım’ diyeceğiniz çok şey var hayatınızda, peki kime ‘iyi ki varsın’ dersiniz?
- Hayatta hiçbir şeyin tam net, bir tek cevabı yok. Yani şudur diyemiyorum ama illa bir kişi seçilecekse, ailemin verdiği özgüven ve eşim Bijen’in bana verdiği destek. Hem vizyoner bir iş insanı olarak örnek teşkil ettiği, hem de önümü açtığı için eş olarak desteğini ilk sıraya koyabilirim. Çocuklarımı da... O kadar düzgün, o kadar iyi çocuklar oldular, o kadar kendine güvenen, sağlam insanlara dönüştüler ki, çalışan bir anne olarak beni büyük bir vicdani yükten kurtardılar. Ferhat ve Yasemin de o yüzden listenin en başında yer almalı diye düşünüyorum. Çünkü eğer onlar benim bu yaptıklarımdan ufacık mutsuz olsalardı, çok mutsuz bir insan olurdum.
HİKÂYESİ KİTAP OLDU
‘Kaşmir Yolu adlı kitabın geçmişi 1992’ye uzanıyor. Bir düş, ‘Neden olmasın?’ fikrinden çıkan bir proje. O dönem dünyada sadece çok yüksek fiyatlı kaşmirler ve içinde çok az kaşmir olan çok düşük fiyatlı kaşmirler vardı. ‘Neden aradaki nişi biz doldurmayalım’ heyecanıyla ortaya çıkmanın hikâyesidir bizimki. Bir düşün projeye, bir projenin de hayata geçmesinin öyküsüdür.
İlandır.