Verona’ya gitmek için, önce Venedik Havaalanı’na gitmek gerekiyor. Biz de öyle yaptık. Oradan bindiğimiz bir otobüsle Verona’ya doğru hareket ettik. Yol bereketli toprakların arasından geçip gidiyordu. Önce meyve ağaçları göründü. Şeftaliler, ağaçtan daha çok asmayı andırıyordu. Dalları tellerle gerilmişti. Ardından elma ağaçları sökün etti. Sonra zeytin ağaçları görüntüye girdi. Verona’ya yaklaşırken dere tepe üzüm bağlarıyla kaplandı. Seyreltmesi yapılmış, bakımlı asmalardan sarkan salkım salkım üzümler, ağzımı sulandırdı.
İki saat yolculuktan sonra otobüsümüz, Arena’nın bulunduğu meydanın yakınlarındaki bir otelin önünde durdu. Ve beş gün sürecek olan yemeli, içmeli, operalı tatil başladı.
KISA HABERLER Yaşar Kemal’e esin veren kale ANAZARBUS En sevdiğim deniz: Sabah erken saatte Ölüdeniz Bunca yoksulluğun içinde herkes mutlu İlk tur, yaklaşık 2 milyon kişinin yaşadığı Mumbai’nin en büyük gecekondu mahallesindeydi. Bu mahalledeki dünyanın en büyük açıkhava çamaşırhanesini, çöp geridönüşüm merkezini, seramikçileri, bisküvitçileri içeriyordu. Farklı dinler barış içinde birlikte yaşıyor. Dünyanın en büyük çamaşırhanesinde erkekler çalışıyor. Sloganı karbeyazı temizlik. Hastane, huzurevi, otellerin çamaşırı tokaçla dövülerek yıkanıyor. Bu turda gördüğüm en ilginç detay, çok zor yaşam koşullarına karşın herkesin bir şekilde hayatta kalma yolunu bulmuş olmasıydı. Daha da ilginç olanı halk mutluydu. |
ROMA’NIN MİNYATÜRÜ
Verona’ya “Roma’nın bonzaisi” diyenler de çoğunlukta. Gerçekten de daracık sokakları, geçitleri, kiliseleri, eski binaları, heykelleri, neşeli meydanları ve arenası ile Roma’yı andırıyor. Sokaklar, yılın 12 ayında turistlerle dolup taşıyor çünkü Verona’da boş geçen bir ay yok. Opera festivali, dans gösterileri, konserler, fuarlar tüm dünyayı bu küçük kente çekiyor. Bu hareketten herkes memnun. Kahvelerde yer bulunmuyor, lokantaların önünde kuyruklar uzuyor, mağazalar müşteri beğenmiyor, otellerde odalar aylar önceden satılıyor.
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Verona’nın kalbi, Arena’nın bulunduğu, kaldırımları pembe mermer döşeli Bra Meydanı’nda atıyor. Arena’nın karşısına sıralanmış kahvelerin, meydana bakan ön kısımlarında yer bulanlar, kendilerini şanslı addediyor. Çünkü bütün güzel kadınlar, ilginç tipler, yaşlı zamparalar, mihrabı hâlâ yerli yerinde duran yaşsız kadınlar, bir şemsiyenin peşinde koşturan Japon turistler, şapkasının içinde İsa resmi olan dilenciler, fare benzeri köpekleriyle dolaşan leydiler, eşcinsel çiftler, atlı ve arabalı polisler, jandarmalar hep bu masaların önünden geçip gidiyor. İnsan bu geçit törenini izlerken, zamanın nasıl akıp geçtiğini hiç hissetmiyor.
Verona’nın daracık sokakları, rutubetli sıcaktan saklanmak için bire bir. Çünkü güneşin girmekte zorlandığı bu sokaklarda esen rüzgar, terli vücutları serin serin sarmalıyor. Bu sokakların iki yanında sıralanmış acı sarı, gül kurusu, kiraz kırmızısı, çağla yeşili badanalı evlerin balkonları ve pencere önleri rengarenk bir bahçeyi andırıyor. Sardunyalar, cam güzelleri, sarmaşıklar, petunyalarla süslü saksılar, fotoğraf çekenlere renkli pozlar veriyor.
YAŞASIN SİESTA
Digital devriminden sonra, her biri “fotoğraf sanatçısı” olan turistlerin, çekmeyi asla ihmal etmedikleri mekanların başında kiliseler geliyor. Neredeyse her meydanda yer alan bu kiliseler, Romantik, Gotik, Barok, Rönesans tarzlarıyla fotoğraf karelerinde baş köşeyi işgal ediyor.
İtalya’da ekonomik durum ne olursa olsun, Siesta’dan asla vazgeçilmiyor. Öğle yemeğinde makarnasını yiyen, şarabını içen her İtalyan, evinin en serin köşesinde uykuya çekiliyor. Onun için Verona’da mağazalar, tüm öğleden sonra kapalı oluyor. Bunu bilmeyen alışveriş tutkunları, gafil avlanmanın verdiği düş kırıklığıyla teselliyi dondurma külahlarında arıyor. Verona’da dondurmacı vitrinleri insanın aklını başından alıyor. Onlarca çeşit rengarenk dondurma en iradeli insanı bile baştan çıkartıyor.
Meydanlardaki kahve-lokantalar, turistik tatlar sunuyor. Lezzetler genellikle sıradan. Eğer yörenin yemeklerini, polentayı, patatesli gnochi’yi, deniz mahsullü makarnayı, mantarlı risottoyu, birbirinden lezzetli soğuk etleri yemek, tadına doyum olmayan Amarone şaraplarından içmek istiyorsanız, biraz araştırma yapmanız gerekiyor. Çünkü ara sokaklarda gizlenmiş olan bu lezzet duraklarının adresleri, rehber kitaplarda pek yer almıyor.
Verona’ya gidince, Garda Gölü’nü görmeden dönmek gezinin yarım kalmasına neden oluyor. Etrafı yüksek yeşil dağlarla çevrili olan gölün kıyısındaki saray benzeri evler, insanı hem kıskandırıyor, hem de tatlı hayallere sürüklüyor. Gölün en güzel yeri, dört kilometrelik bir yarımadanın ucundaki Sirmone’dir. Suyun üstüne inşa edilen kalesi, duvarları mor salkımlarla süslenmiş sokakları, küçük meydanlarındaki kahveleri ile Sirmone, insana huzur veren görüntüler sunuyor.
Sözün özüne gelirsek, İtalya’nın bu küçük kenti Verona’nın gündüzünde kahkahalar çınlarken, gecelerinde ise Arena’dan yükselen notalar her tarafta uçuşuyor. Klasik bir deyimle: Verona bütün günler şenlikli geçiyor.
OPERALAR 22 BİN KİŞİLİK ARENA’DA SAHNELENİYOR
Arena, Verona’nın simgesi. 2000 yaşındaki Roma amfitiyatrosu tam 22 bin seyirci alıyor. Dünyanın en iyi akustiğine sahip. Opera Festivali, işte bu görkemli tiyatroda icra ediliyor. İlk opera 1913 yılında sahnelenmiş. Giuseppe Verdi’nin yüzüncü doğum günü için sahnelenen Aida Operası, festivalin ana fikri olmuş. O gün bugündür, yani tam 89 yıldan beri aralıksız bu opera festivali sürüp gitmiş. En önemli solistlerin, en önemli şeflerin ve orkestraların yer aldığı festivalde yer bulmak oldukça zor. Çünkü biletler, neredeyse bir yıl önceden satılıyor.
Opera saat 21.00’de başlıyor. Arena’nın bulunduğu meydan, saatler öncesinden smokinli erkeklerin, şık tuvaletler giymiş kadınların istilasına uğruyor. İzleyicilerin kimi yemeğini yiyor, kimi ise içkisini yudumluyor. Yani meydandaki kahve ve lokantalarda saatler öncesinden opera heyecanı başlıyor.
Oval arenanın bir ucu sahneye dönüştürülmüş. Muhteşem dekor, sahnenin arkasındaki sıralara dizilen koro, ellerinde meşaleler tutan askerlerin görüntüsü, arenaya girenlere ilk şoku yaşatıyor.
Perde aralarında, dört bir tarafa kurulmuş mini barlarda şampanya servisi yapılıyor. Bar sayısı oldukça fazla olduğu için, önlerinde fazla kuyruk oluşmuyor. Arena’da sigara içilmesi yasak olduğu için tiryakiler, bir koşu arenanın karşısındaki kahvelere gidip, bir bardak şarap eşliğinde sigaralarını tüttürüyorlar.
İçkiler yudumlanıp, sigaralar içilirken, başlarında kasklar bulunan onlarca insan, sahnenin üstünde sütunları, heykelleri, duvarları itip, dekoru değiştiriyor.
Oyun bitince izleyicilerin çoğu, yeniden meydandaki kahveleri dolduruyor. Oyunun kritiği yapılıyor. Arena’dan çıkan sanatçılar, kahvelerin önünden geçerken herkes ayağa kalkıp onları alkışlıyor. Tüm meydan gece yarısı alkışla inliyor.
Ben 89’uncu Verona Opera Festivali’nde Verdi’nin üç eserine bilet bulabildim: La Traviata, Nabucco ve Aida. Üçü de bir birinden muhteşemdi. Hele Nabucco Operası’nda, koronun üst üste iki kere söylediği “Zafer Marşı” beni kendimden geçirdi. Şimdi kapının önündeki tezgahtan aldığım DVD’leri dinleyerek, o günleri bir daha yaşamaya çalışıyorum.
MEHMET YAŞİN'İN YAZISININ TAMAMINI BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ