Almanlardan intikam almak için yazdım

‘Ben aşık oldum.’ Aynen böyle dedim sevgilime. Heyecan içinde. Onun bir şey söylemesine fırsat vermeden de ekledim: ‘‘Ama bir kadına!’’ Zannettim ki, ‘‘Haaaa. İyi o zaman!’’ diyecek. Demedi. ‘‘Aşk, aşktır. Kadını, erkeği, böceği, çiçeği yoktur!’’ dedi. ‘‘Bozulduğunu söylemeyeceksin değil mi?’’

Cevap vermedi.

‘‘Kimmiş bakalım, seni bu kadar heyecanlandıran?’’

‘‘Esmahan Aykol’’ dedim.

En kısa zamanda yeni arkadaşımı, gerçek aşkımla tanıştırmaya karar verdim.

*

Gerçi Kuledibi'ndeki yüksek tavanlı, dolu dolu odalı ve müthiş banyolu (olağanüstü güzel ayaklı bir küvet var) eve giderken, Irak'ta ordusu dağılmış bir komutan gibiydim. Soru sormak için ağzımı açtığımda cümle kurabileceğimden bile emin değildim. Hani son derece boktan günler olur ya, onlardan biriydi, flu bir karakter olarak ortalıkta dolanıyordum, yeni birini içime alabileceğimden hiç emin değildim, çünkü ben zaten kendi içime kaçmıştım, yer yoktu, ama işte, neye niyeeet, neye kısmet!

Kapıyı, yeşil ayakkabılı bir kadın açtı. Ayaklarına baktığımı görünce ‘‘Çok komikler değil mi, Singapur'dan aldım’’ dedi. Uzuuun bir koridorda yürümeye başladık: ‘‘Zeytinyağlı fasulye yiyorum, ister misin?’’ Boş bulundum, ‘‘Yiyemem. Rejimdeyim’’ dedim. ‘‘Ben de’’ dedi, ‘‘30 kilo verdim. Devam ediyorum. Ama bu rejim fasulyesi...’’

O an durdum. Dünya da durdu. İyice salak oldum. Yanlış mı duymuştum? Yapacağım röportajı, yazdığı romanları (ki orada olma sebebim bir yazar olmasıydı) unuttum, ‘‘30 kilo mu? Nasıl yani!’’ dedim.

‘‘Haklısın. Alıştıra alıştıra söylemeliydim. 30 kilo ürkütüyor insanı değil mi?’’ dedi, ‘‘Zaten kaç kilo verdin diyenlere 10, 15 diyorum. Yoksa senin gibi şoka giriyorlar. Ama doğru. İki yılda tam 30 kilo verdim. İçimden resmen bir ortaokul çocuğu çıktı!’’

*

Zeytinyağlı fasulyeyi bir güzel yedim. Eşi Ömer'le yılın 5 ayını geçirdiği o evi uzun uzun inceledim, salonda duran o minik çekmeceli ahşap eczacı dolabına delirdim, bu arada Esmahan bıcır bıcır konuşuyor, kadının varlığı bile insana iyi geliyor. Yani küt diye röportaj olayına girmedik. İki kadın önce kilolarımızdan daldık, sonra yaşadığımız ilişkilerden çıktık. O yüzden diyorum ya, o benim arkadaşım oldu. Görünmeyen yaralarıma pansuman yaptı, bana böğürtlenli çaylar hazırladı.

Konumuzla alakası yok ama bir ara Vietnam albümlerini gördüm. Albümün sayfalarını çevirince birden çığlık attım. Çünkü hayatımda ilk defa benim gibi albüm yapan bir ikinci manyağa rastlamıştım! O da kendi çapında mizanpaj yapıyor olmasın mı? Olsun! Bir dolu fotoğrafı makasla oyuyor ya da başka numaralar çekiyor. Yanına da o seyahatten kalan tren biletlerini, kartları, abuk sabuk binbir türlü şeyi yapıştırıyor, yazılar yazıyor. Ve ortaya biraz ilkel biraz kiç ama son derece neşeli, esprili bir ‘‘sanat eseri’’ çıkıyor. Ben bu tür meraklarımın, daha doğrusu manyaklıklarımın Alman annemden bana geçtiğine inanıyorum. Zaten mesele de biraz bu. Karşımdaki kadın epey bir süredir Almanya'da yaşayan biri. Çok anlaştık anlayacağınız. Üstelik şahane bir albüm de hediye etmesin mi bana?

*

Şimdi bana diyeceksiniz ki kiminle görüşsen seviyorsun. Zaten Neyyire de öyle diyor, bir kere yemek yediğin herkes arkadaşın oluyor diyor! Yemin ederim öyle değil. Ya da doğru olabilir ama arada şiddet farkı var. Bazıları şiddetli arkadaşım oluyor, bazıları daha az şiddetli.

Esmahan Aykol da a) Yarı Alman havası için mi b) Almanlarla dalga geçtiği için mi c) Çok ama çok komik bir kadın olduğu için mi d) İki yılda kendi başına 30 kilo verecek kadar azimli biri olduğu için mi e) Çok iyi polisiye kurgu yaptığı için mi f) Roman kahramanı Kati gibi sevimli, zeki ve süslü biri olduğu için mi bilemiyorum ama ben onu şiddetli arkadaşlarım arasında sayıyorum.

Kitapçı Dükkanı'nı ve Kelepir Evi'i okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Kahramanı Kati, Türklere göre ‘‘İyi Türkçe konuşan bir Alman’’, o ise kendisini İstanbullu olarak tanımlıyor. Kuledibi'nde polisiye roman sattığı bir kitapçı dükkanı, Cihangir'de bir evi ve İstanbul'un çeşitli yerlerine dağılmış arkadaşları var. İstanbul'un bütün cazip erkeklerinin ya evli, ya eşcinsel olduğuna inanmakla birlikte yine de Allah'tan hiç ümidi kesmiyor!

Ve bu kadın, Kati yani, çok polisiye okumuş biri olarak İstanbul'da işlenmiş çeşitli cinayetleri aydınlatıyor.

Esmahan Aykol benim için bir keşif oldu, Kitapçı Dükkanı ve Kelepir Ev de sizin için olsun...


ASIL KÖYLÜ ALMANLAR

Türkiye'nin yurt dışındaki imajı çok kötü. Gerçek imajından kat kat beter. Türkleri çok köylü bir toplum olarak algılıyorlar. Oysa alakası yok, Türkler'le karşılaştırırsak asıl köylü Almanlar. Tarihsel olarak da bu böyle. Neticede burada şehirleşmiş bir insan grubu var. Orada hep köylerde yaşanmış. Ama işte Almanların gözünden bakınca, köylü, sürekli penguen gibi dolaşan, pardesü giyen, çirkin insanlar topluluğuz. Dolayısıyla kitabımın kentli Türkleri anlatması bile onları şaşırttı. Çünkü onlar Almanya'da yaşayan Türk yazarlarına alışmışlar. Oraya giden Türk işçileri, onların sorunları, kocasından dayak yiyen kadınlar, dört beş çocuklu aileler....


BAKIN BİR TÜRK SİZİN HAKKINIZDA NELER DÜŞÜNÜYOR


Polisiye roman yazma merakınız nasıl ve nereden başladı?

- Ben bir roman yazmak istedim. Yani ille de polisiye olsun diye bir derdim yoktu. Bir kadın olsun, Alman olsun, Türkiye'de yaşasın, polisiye roman sevsin, Kuledibi'nde bir kitapçı dükkanı olsun. Ve Kati'yi yarattım. Ama o zaman Almanları pek tanımıyordum. Berlin'de yaşamaya başlayınca tanıdım...

Ve?..

- Ve ne? Çok itilip kakıldım! Başıma gelenlerin intikamını almak için de Kitapçı Dükkanı'nı yazdım!

Şunu bir baştan anlatır mısınız?

- İstanbul Hukuk'u bitirdim. Bir süre gazetecilik yaptım ve Berlin'e gittim. Almanca öğrenmeye. Gittiğim kurs beni kesmeyince, bari üniversiteye gireyim dedim. Hem Almancam gelişir. Önce hukuk master'ı yapmaya başladım, sonra da doktora. Hálá devam ediyor...

Ben intikam kısmını anlayamadım...

- Çok tatsız şeyler yaşadım Berlin'de. Oradaki Almanlar özellikle kaba! Oysa ben Türkiye'de sosyal ilişkileri iyi olan biriydim. Acayip aşağılandığımı hissettim. Sadece Türk olduğum için. Saçlarım da siyahtı tabii...

O ne demek?

- Ciddi bir sorun demek! Mesela metroya biniyorum, insanlar tedirgin oluyor. Ben yaklaşınca çantalarını filan kucağına alıyorlar. Ben de yavaş yavaş saçlarımın rengini açtım!

Üniversitede de benzer sorunlar yaşıyor muydunuz?

- Solcu Almanlarla Türklerin iç içe yaşadığı Kreuzberg dışında her yerde yaşıyordum. Bir profesörle konuşuyorum mesela, beni İspanyol ya da İtalyan zannediyor, 10 dakika problem yok, 11. dakikada ‘‘Siz nereden gelmiştiniz?’’ diyor, ‘‘Türk’üm’’ deyince, adamın yüzünde engelleyemediği bir ifade beliriyor. Almanya'daki Türk'e benzeyen Türklerden daha fazla hissettim yani o dışlanmayı. Marketteki kasiyer kadın bile bağırıyor, çağırıyor. Neymiş az Almanca biliyorsun! New York'ta kimse kimseyi az İngilizce biliyor diye itip kakmaz, garsona ‘‘Anlamadım’’ dersin, tekrar söyler. Almanya'da az Almanca bilmek bile müthiş bir gerginliktir...

Ve intikam yemeği soğuk yenir!

- Aynen. Düşündüm taşındım, Türklerle Almanları karşılaştıran ve Almanların kötülüklerini ortaya koyan bir şey yazmaya karar verdim. Çok da polisiye okuyan biriyim. Almanya'da çok popüler. Hangi kanalı açsanız iki polisiye dizi oynuyor. Kitapçıya gidiyorsun, romanların çoğunluğu polisiye...

Yazdığım kitap Almanya'da basılsın hayaliniz vardı yani!

- Olmaz mı? Bakın bir Türk, bir ‘‘kara kafa’’ sizin hakkınızda bunları, bunları düşünüyor demek istedim...


ESKİMİŞ PİLLERİ BİRİKTİRİYORUM


Siz Almanlaşmış bir Türk müsünüz? Yoksa Kati Türkleşmiş bir Alman mı?

- Kati, Türkleşmiş bir Alman. O kesin. Bayağı asimile olmuş. Ben? Mesela burada sifonu çekiyorum, paniğe kapılıyorum, bunun ‘‘dur’’ düğmesi yok mu diye düşünüyorum. Çünkü Almanya'da sifonu çekince, ‘‘dur’’a basıyorsun, su ziyan olmuyor. Türkiye'de sular giderken tuvaletin içine bakakalıyorum. Biraz Almanlaştım yani. Kesinlikle pintileştim. Başka? Eski pilleri biriktiriyorum. Sonra gidip, pil çöpüne atıyorum. Çünkü her biri, bilmem kaç metreküp suyu yok ediyor...

Pilleri atacak çöplüğü nereden buluyorsunuz?

- Almanya'ya götürüyorum! Şaka yapmıyorum, sonra boş kutuyu geri getiriyorum...


NORMAL EDEBİYAT BAZEN KABIZ GELİYOR


Polisiyenin nesi sizi baştan çıkarıyor?

- Rahat olması. Bazen normal edebiyat bana kabız geliyor. Okuyamıyorum. Oysa, polisiye romanlarda o kabızlık olmuyor, rahat akıyor...

Sizin polisiyenizin bir farklılığı var mı? Hangi yönleriyle diğerlerinden ayrılır?

- Benim yazdıklarım klasik polisiye kalıplarına girmiyor. Kadın karakter çok ön planda. Yaşadığı bütün inişler, çıkışlar, sevgilisiyle kavgaları. Normal polisiyelerde özel hayat bu kadar önde değil. Bende zaman zaman kurgunun, cinayetin bile önüne geçiyor. Bazı polisiyeler için bu bir eleştiri ama ben iyi buluyorum.

Polislerle aranız nasıldır? Küçükken polis olmak isteyenlerden miydiniz, yoksa polis görüp korkanlardan mı?

- Korkanlardan! Küçükken beni korkutmak için ‘‘Polis geliyor kaç!’’ derlerdi. Onun için hálá polis görünce elim ayağım birbirine dolaşıyor. Trafik polisinden bile korkuyorum. Polis arkadaşım filan hayatta olamaz gibi geliyor bana...

Ama ‘‘Kitapçı Dükkanı’’ndaki polis son derece postmodern...

- Evet, evet. İkinci kitapta da o var. Öyle bir polis tanıdım, Beyoğlu Emniyet Müdürü'ydü bir dönem. Acayip janti, üniversite mezunu, hoş bir adam.Polislere karşı bu kadar önyargılı olmasam arkadaş bile olabiliriz diye düşünmüştüm. Haberi yok ama kendisinden esinlenip bir karakter yarattım.
Yazarın Tüm Yazıları