Ahkam kesenler, üçleme takıntısı olanlar ve kaybolan mayınlar

Bildiğiniz üzere bazı İstanbullu yemek ve eğlence mekanları Ankara’ya geldi ve eğlence hayatına renk getirdi.

Benim üzerinde durmak istediğim konuysa, açılmasıyla beraber Ankara gece hayatına farklı bir renk getiren bu tür mekanlar için İstanbul’dan gelen basın mensuplarının yazdıkları. Birçoğu öyle ipe sapa gelmez cümlelerle konuyu sizlere aktarıyor ki, sormayın gitsin. Neymiş efendim, Ankara’ya hayat gelmiş, Başkent tarihinde ilk kez böyle bir eğlenceye tanık olmuş, Ankara’nın sadece lacivert takım elbise ve bürokrasiden ibaret olmadığını kanıtlamış gibi... Kısacası bir sürü saçma sapan tespitler. Dahası, İstanbul ile Ankaralı gençlerin kıyafet farklılıklarından, müzik zevklerine kadar karşılaştırmalara giren satırlar.

İstanbullu bazı meslektaşlarımın sıkça düştüğü bir yanlışlık var ki, hayatın, Beyoğlu, Kuruçeşme ve Etiler’den ibaret olduğunu zannederler. Oradaki mekanlardan birinin şubesi, İstanbul dışındaki bir kentte açıldığı zaman, gidilen yerin yaşamında büyük değişiklikler yarattığını düşünürler. Sonunda da yukarıda bahsettiğim yazıları yazarlar. Uzun süredir Ankara’da yaşayan bir İstanbullu olarak bu tip yanlışlık içindeki meslektaşlarıma bir çift lafım olacak.

Evet, açılan her yeni mekan Ankara eğlence hayatına farklı bir soluk getirir ama yeni bir tarz yaratmaz. Sadece aynı konseptte var olan eğlence işletmelerinin arasına adını yazdırır. Değişen tek şey, her yıl öne çıkan mekanların sonuncusunun kendisi olmasıdır. Şimdi filanca yer modadır ama belli bir süre sonra o da bayrağı yeni açılan bir başka mekana devredecektir. Çünkü Ankara müşterisi belli bir süreden sonra değişiklik sever. Bir, bilemediniz birkaç yıl sonra yeni yerlere doğru yelken açar. Zira denizi olmayan Ankara’nın İstanbul’daki Boğaz manzarası gibi doğal dekorasyonu yoktur. O yüzden de aynı ağaç, aynı cadde görüntüsü belli bir süreden sonra insanı sıkar. Kalıcı olan işletmeler ise mönüsü ve hizmet anlayışıyla kendisini yenilemesini bilen ve performansını hep üst seviyede tutanlardan oluşur. Kaldı ki, açılan istanbullu markaların yatırımcılarının da Ankaralı olduğunu unutmamak gerekiyor.

BÜLENT ERSOY GİBİ ÜÇLEME HASTASI OLAN İŞADAMI KİM?

Önce şaka yapıyor sandım. Ancak, yanında yarım saat oturup, sohbeti koyulaştırınca onun da Bülent Ersoy gibi "üçleme hastası" olduğunu anladım. Kendisi, bir dönemler siyasete girmiş önemli mi, önemli bir iş adamıydı. Oldukça iyi eğitimliydi ve dev bir holdingin sahibiydi. Yakınındaki birkaç kişi dışında garip takıntısını bilen yoktu ve bu hastalığını herkesten gizlemek için özel bir gayret sarf ediyordu. Eh ne de olsa iş arkadaşları ve yakın dostları bu durumundan dolayı dalga geçebilirdi. Hal böyle olunca da, deşifre olmadan bu günlere kadar gelmişti. Ta ki, birkaç yakın dost ve aile bireyinin yanı sıra, benim de durumunu fark etmeme kadar.

Üçleme hastalığına ilk kez Bülent Ersoy’da tanık olmuştum. Yaptığı, konuştuğu her şeyi üç kez tekrarlamadan duramıyordu. Örneğin, manikür ve pedikürünü üst üste üç kez yaptırırken, kulağını üç kez çekiyor, okuduğu duaları yine üç kez tekrarlıyordu. Saçını üç ayrı modele göre şekillendirip, sayı tamamlanınca sahneye çıkıyordu.

Biraz önce bahsettiğim iş adamı da Ersoy’dan geri kalmayacak şekilde üç rakamına kafayı takmıştı. Telefonu üç kez çalmadan açmıyor, masasındaki kalemlerin sayısını üç ve katları olarak kutusunda muhafaza ediyor, üç düğmeli ceketten asla vaz geçmiyordu. En komiği de banka hesabındaki parasını bile üç taksitte çekiyor, tasarruftaki mevduatını üç aylık periyotlar halinde faize yatırıyordu. "Aman şeytan kulağına kurşun" sözcüğünün hemen ardından üç kez tahtaya tıklaması ise onun vaz geçemediği alışkanlıkları arasındaydı.

Bu kişinin kim olduğunu merak ettiniz değil mi? Biraz daha bekleyin, aradan üç yıl geçsin, mübarek üç aylara girdiğimiz bir süreçte, üç sütuna manşete çıkararak ismini açıklayacağım! Ancak bu hafta köşemde yayınlandıktan üç gün sonra kendisi çıkıp, adını açıklarsa bilmem. Bu arada merak etmesin, kendisine söz verdiğim gibi kimliğini bir sır gibi saklayacağım.

MENDERES DÖNEMİNİN MİRASI MAYINLAR KAYIP MI?

Son zamanlarda Güney Doğu’daki mayınlı araziler üzerine oluşan gündem bir hayli alevlendi. Birçok soruya yanıt bulmak için de, konuya hakim bir dostumun anlattıklarına kulak verdim. Kendisi defalarca Suriye sınırına gitmiş bir kişi olarak çok aydınlatıcı bilgiler verdi. İşte, benim araştırmalarım, onun izlenimlerden harmanladığım sonuçlar:

Hiç kimse araştırma zahmetine katlanmıyor ama Türkiye’nin mayınlı arazi macerası 1950 yıllında başlıyor. Mardin’de gümrük koruma memurları ile kaçakçılar arasında çıkan çatışmalar sonucunda iki devlet memuru hayatını kaybediyor. Bu olay nedeniyle harekete geçen dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Suriye sınırının boydan boya mayınlanması emrini veriyor. 1956 yılında da Suriye sınırı mayınlanmaya başlanıyor. Mayınlı arazinin genişliği 300 ile 750 metre arasında değişiyor, uzunluğu altı yüz kilometreye yaklaşıyor. Mayınlı bölge dışında, ayrıca 5 ile 10 kilometre arasında değişen emniyet şeridi de oluşturuluyor.

Sonuçta da 1950’li yıllardan bu güne mayınların, yaklaşık 10 bin kişinin yaşamını yitirmesine neden oluyor. Sınır köylerinde hemen her evde bir mayına basarak sakat kalan insanlara rastlanıyor. Hal böyleyken de, bölgede uzun yıllar süren terör hareketlerinin azalması ve Suriye ile ilişkilerin düzelme rotasına girmesi, Türkiye’nin mayınlı araziler sorunundan kurtulmasının yolunu açıyor.

HARİTALAR TAMAM DA MAYINLAR KONULDUĞU YERDE DEĞİL

Şimdilerde bildiğiniz üzere mayın temizleme işini kimin yapacağı tartışmaları yaşanıyor. Ancak, bu noktada Türkiye’yi bekleyen önemli bir sorunu kimse fark etmiyor. İster TSK temizlesin, ister özel sektör, isterse de İsrail gibi yabancı ülkeler; mayınların nerede olduğunu pek bilen yok. Çünkü Türkiye-Suriye sınırındaki yaklaşık 30 bin 600 hektarlık arazide, 615 bin mayın olduğu tahmin edilirken, bu mayınların nerede olduğu tam olarak bilinmiyor. Kimi, mayınların yerini belirten haritaların kaybolduğunu söylüyor, kimi de bu paftaların gerçeği tam olarak yansıtmadığını. İşin aslı ise bambaşka. Yaklaşık 53 yıllık mayınların büyük çoğunluğu, toprak hareketleri nedeniyle yer değiştirmiş durumda. Bu yer değiştirme zaman zaman 5 ila 10 metre arasında değişen bir mesafeye kadar ulaşabiliyor. O zaman da haritalar pek işe yaramıyor.

Her şeye rağmen, ortada bir gerçek var, ki gerekli teknik donanımın tamamlanmasının ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri mayınları temizlemeyi başarıyla gerçekleştirebilir. Ardından da ülkemizin en atıl arazileri, bir anda en bereketli topraklara dönüşebilir.
Yazarın Tüm Yazıları