Ağız sulandıran Akdeniz

Akdeniz, güneşi, denizi, plajları kadar çok lezzetli yemekleriyle de ünlü.

İç kısımlarda şiş köfteler insanın ağzını sulandırırken, deniz kıyısında birbirinden lezzetli deniz ürünleri damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyor. Bu yazıdaki rotayı izleyerek, bu yaz Akdeniz’in tadına bakabilirsiniz.

Artık iyiden iyiye yaza merhaba diyen Akdeniz kıyılarındaki lezzet yolculuğuma Antalya’dan başlamıştım. Amacım, yöreye damgasını vuran lokantaları gezmek, damağımı etkileyecek yerel tatlarla tanışmaktı. Aslında turizmle birlikte hızla karakter değiştiren Antalya’da, kentin simge portreleri ve mekanları teker teker yok oluyordu. Ayakta kalanlardan biri de, tam 67 yıldır kente lezzet sunan "Yedi Memet"ti. Lokantanın kurucusu Mehmet Akdağ’ı, gençliğinde eşek tepmiş ve alnında yediye benzer bir iz kalmıştı. Lokantanın adı işte bu izden kaynaklanıyordu. Atatürk Kültür Parkı’nın içindeki lokanta, Antalyalıların, kente gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerin uğrak yeriydi.

Yedi Memet’in tencere yemekleri çok ünlüydü. Tandır, kuzu kapama, işkembe çorbası, sebze yemekleri, tas kebabı, rosto... Cevizli kaymaklı kabak tatlısı ise dillere destandı. Lokantayı yöneten Hakkı Akdağ, bana et suyunda gerdanla birlikte pişen, yörenin ünlü "kulaklı çorba"sını ikram etti. Lokantanın ilk açıldığı yıllarda bu çorbayı annesi, evde büyük tencerede sobanın üstünde pişirir, sonra lokantaya getirip, müşterilere sunarmış. O günden beri, her pazar Yedi Memet’te bu çorbanın pişmesi adet haline gelmişti. Hakkı Bey, çorbadan sonra önüme bir tabak hibeş koyup, bunun üstüne rakı mezesi olmadığını iddia etti. Tahin, kimyon, kırmızı biber, sarmısak, limon ve tuzla yapılan bu mezeyi tadınca ona hak verdim. Her lokmada damağa muhteşem bir tat sıvazlanıyordu.

Yedi Memet’e veda edip, Korkuteli’ne doğru yola çıktım. Bey Dağları’nın arasından döne döne tırmanan ıssız bir yoldu. Bazı zirvelerde hálá kar vardı. Vadiler yemyeşildi. Tarlalarda ekinlerin boynunu büken rüzgár, yeşil bir dalga oluşturuyordu. Yükseldikçe hava soğudu. Korkuteli yaz aylarında, Antalyalıların sıcaktan kaçıp sığındığı bir yaylaydı. Burada Göller Bölgesi’nden gelen soğuk rüzgár, kavurucu sıcağa siper oluyordu.

Korkuteli oldukça eski bir ilçeydi. Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Korkut Çelebi burada sancakbeyliği yaptığı için adı Korkutili veya Korkuteli olmuştu. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde kasabayı şöyle anlatmıştı: "İstanoz Nehri’nin iki tarafında kat kat ve içli dışlı, hamamlı, havuzlu saraylar vardır. Evler bağ ve bahçelidir. Nehrin üstünde 70 tane ağaç köprü vardır. Herkes evlerinde yaranlarıyla yüzerler, balık avlarlar. Sokakları geniştir. Her köşesinde değirmenler vardır. 300 dükkan bulunur. Dükkanların kepenkleri yoktur. Herkes malını gece evine götürür. Sokaklarında kaldırım yoktur. Havası çok latiftir. Adalya halkı bu yaylağa gelmese ölürler. Kirazı, elması, armudu, fındığı meşhurdur..."

BURDUR’UN ŞİŞ KÖFTESİ

Korkuteli’ne bulutlar çökmeye başlayınca, Burdur’a doğru direksiyonu çevirdim. Dağların arasından kıvrılarak giden yeşil manzaralı ve ıssız bir yolu izleyip, akşamüstü Burdur’a vardım. Burdur nedense alımda tozlu bir şehir olarak kalmıştı. Her gelişimde kenti biraz daha büyümüş buluyordum. Bir gelişimde İnsuyu Mağarası’nı gezmiştim. Yaklaşık 600 metre uzunluğundaki mağara damlataş oluşumlarıyla kaplanmıştı. İçinde birbiriyle bağlantılı dokuz göl bulunuyordu. Türkiye’nin en çok bilinen ve gezilen mağaralarından biriydi. Burayla ilgili birçok efsane anlatılıyordu. Bunlardan en önemlisi, buraya gelen çiftlerin ömür boyu birbirlerinden ayrılmayacakları konusundaydı. Bir de göllerin suyunun her derde deva olduğu söyleniyordu.

Görülmeye değer yerler arasında bir de Burdur Gölü vardı. Dikkuyruk ördeklerine ev sahipliği yapan göle, belgesel hazırlamak için birkaç kez gelmiş, kıyısında yıldızları seyrederek sabahlamıştım. Yani Burdur’la önceden tanışıklığım vardı. Aklımda fikrimde buranın ünlü şiş köfteleri kalmıştı. Bu köftelerin ünü, burada bedelli askerlik yapanlar sayesinde neredeyse tüm dünyaya yayılmıştı. Gazi Caddesi’ndeki Özsarı Kebap Salonu, bu işi en lezzetli pişiren yerlerden biriydi. Bir acele masaya kurulup, bir porsiyon söyledim. Pidenin üstünde gelen şiş köfteler, sanki daha da lezzetlenmişti. Tabii ardından ikinci porsiyonu ısmarlamayı ihmal etmedim.

Sabah Susamlı Tepesi’ne çıkıp, kentin İbn-i Batuta’nın tarifine uyup uymadığını kontrol ettim. 14. yüzyıl ortalarında Burdur’a gelen gezgin burayı şöyle anlatmıştı: "Birçok meyve ağacı ve pınarı bulunan ve tepede bir kalesi olan küçük bir yer..." Baktım baktım, aşağıda ne pınar ne de meyve ağaçlarını görebildim.

Gerisin geri dönüp, Korkuteli’nden Kalkan’a doğru inmeye başladım. Elmalı’dan sonra görüntüye giren Akçay Vadisi’ni, yeni yapraklanmaya başlayan kavaklar filizi yeşile boyamıştı. Gömbe’de boncuk mavisi bir baraj gölü, görüntüyü daha da güzelleştirdi. Vadi meyve ağaçlarıyla boydan boya kaplanmıştı. Elmalı’dan sonra yanlış yöne sapıp, yolumu kaybettim. Bozuk, bol virajlı ama cenneti andıran görüntülerle kaplı bir yoldan gide gide sonunda Kalkan’a varabildim. İlçeyi, sırtını Yumru Tepesi’ne yaslamış, lacivert Akdeniz’i seyrederken buldum. Bir yokuştan inip limanın kıyısına vardım. Aslında Kalkan’da tüm yokuşlar limanla son buluyordu.

KALKAN’DA AHTAPOT

Fener Kahvesi
’nin karşısındaki Deniz Restoran’da, bıyıklarından dolayı Pala diye anılan Mehmet Baysal beni bekliyordu. Burası ilçenin ilk restoranlarından biriydi. O açıldığında, yöre ne turistle ne de turizmle tanışmıştı henüz. Pala ahtapotu ile meşhurdu. Hemen kolları sıvayıp, büyükçe bir ahtapotu taşın üstünde döve döve yumuşattı. Bir bölümünü ızgaraya koydu. Bacaklarından bol zeytinyağlı bir salata yaptı. Ahtapot ziyafetinin ardından balık yiyecek hal kalmadı. Halbuki orfozlar, gridalar, fangriler, taş barbunlar beni bekliyordu.

Sonra sahilden kıvrıla kıvrıla Kaş’a doğru gitmeye başladım. Güneş alçalmaya başlamış, Akdeniz’in laciverdini boncuk mavisine çevirmişti. Kaputaş Plajı, sarı kumsalı ve turkuvaz deniziyle yine göz kamaştırıcı güzelliğini sergiliyordu. Yol çok virajlı olduğu için tüm güzelliklere yan gözle bakmak zorunda kalıyordum.

Kaş’a vardığımda omuzlarıma tatlı bir sızı oturmuştu. Vakit kaybetmeden balıkçı barınağının kıyısındaki Mercan Restoran’a kapağı attım. Restoranın hem sahibi hem de baş aşçısı Mustafa Eriş, kapının önünde koyduğu koca sandalda balıkları sergiliyordu: Akya, orfoz, kılıç, lagos... Ismarlanan balığı müşterinin gözü önünde temizliyor, pullarını ayıklıyor, ızgaraya hazırlıyordu. Tüm bunları yaparken aynı zamanda balık hakkında bilgi veriyor, nasıl pişirilmesi gerektiği konusunda yorumlar yapıyordu. Mustafa Eriş bana lagos buğulama hazırladı. Tencerenin içinde soğan, havuç, defne yaprağı, sarmısak, domates, tereyağı ve zeytinyağıyla yavaş ateşte tam 45 dakika pişen ve servis edilmeden önce üstüne özel terbiyesi dökülen buğulamanın tadı insanın damağında çıldırtıcı tatlar bırakıyordu.

Balık ziyafetinden sonra, Hükümet Caddesi’ndeki Bi Lokma adlı restoranın terasına oturdum. İşletmeci Sabahat Osmanoğlu’nun hazırlayacağı saray lokmasını beklerken karşıdaki Meis Adası’nın ışıklarını seyrettim, bir taş atımı uzaklıktaki başka bir ülkedeki yaşamı düşledim. Tarçınlı sıcak lokmanın kokusunu duyunca, düşleri bir kenara bırakıp, gerçeğe döndüm. Damağımdan şerbet nehirleri süzülürken kendimden geçtim. Bi Lokma, Kaş’ın şirin lezzet duraklarından biriydi. Mantısı, anne böreği ve hünkar beğendisi dillere destandı.

Ertesi gün Meislilerin doldurduğu pazarı gezerken kendimi Yunanistan’da sandım. Çünkü satıcısı da alıcısı da Yunanca konuşuyordu. Pazardan çıkıp, Akdeniz’in diğer lezzetlerine doğru gaza bastım.

TÜRKİYE’NİN MANTAR DEPOSU

Korkuteli’nde, yarım asırlık Nur Pastanesi’nde, mantarlı suböreğinin tadına bakacaktım. Niye peynirli değil de, mantarlı diye soracak olursanız: Korkuteli Türkiye’nin mantar deposuydu. Kültür mantarı üretiminin yüzde 70’i burada yapılıyordu. Neredeyse her evin altında mantar tarlası vardı. 1952’de açılan Nur Pastanesi de, mantarı ilçenin tatları arasına sokmak istemişti. Onun için 18 katlı su böreğini mantarla tatlandırmıştı. Ocağın üstünde döne döne nar gibi kızaran börek, damağımı bayram yerine çevirdi adeta. İlçenin bir de dillere destan yanık dondurması vardı. Sütün dibi tutturularak yapılan bu dondurmayı yerken, insanın ağzına isli tatlar geliyordu. Mutlaka tadılması gereken bir dondurmaydı.

"Lezzet Durakları" belgeselinin iştah açıcı görüntülerini, pazar günü CNN Türk’te saat 14.00’te izleyebilirsiniz.
Yazarın Tüm Yazıları