Paylaş
Geçici evimiz. 72 saatlik. Sevgilimi şimdi uğurladım kapıdan.Göğsünde Ayşe Dormen yazan beyaz bir bornozla...
Beni öptü, dalga geçerek, “Hadi Ayşe Dormen, akşama görüşürüz!” dedi.
*
Tabii ki, o bornoz benim eserim değil.
Otelin bir şıklığı, isimlerimizi işlemişler.
Hoşuma gitti.
Çıplak tenime giydiğim bornozun yumuşaklığı mı, üzerinde Ayşe Dormen yazıyor olması mı bilemiyorum...
Bildiğim, ben aslında Ayşe Dormen’im.
Kızım öyle biliyor, onun okul arkadaşları, veliler, öğretmenleri...
Eve mektuplar, hep o isimle geliyor...
Benim gerçek hayatımda Ayşe Arman yok.
O benim sahne ismim gibi!
*
Ayşe Dormen’in resmi kocası, Ayşe Arman’ın sevgilisi iş toplantısı için Hindistan’da.
Ben de peşine takıldım.
Üç günlüğüne her şeyden kaçtım.
Burada, “Hanefi Avcı?” diyorsun, “Haaaa?” diyorlar, inanmayacaksınız ama Fethullah Gülen’i bile tanımıyorlar.
Ne türbaaaan, ne anayasa tartışması... Seçimden önce mi, sonra mı yok... Zaten seçim ne zaman haberleri bile yok... Yüzde 58 kim, yüzde 42 kim bilmiyorlar.
Ne şahaneymiş ülke gündeminin dışında kalmak.
Arkadaşım, farkında mısın bilmiyorum ama hiçbir şey yapmasan bile, o tartışmaların içinde olmak bile insanı yoruyor!
*
Ben şu anda “kuyruğum”.
Kuyruk olmanın aslında tek kuralı var: Yük olmayacaksın. O, iş için burada, senin için değil, asla unutmayacaksın. İkide bir, “Şunu mu yapayım, bunu mu, şöyle mi yapayım, böyle mi?” mesajları atmayacaksın. Sen yoksun. Varken de, “bonus” olacaksın.
Sonra bir de odayı derli toplu tutacaksın, elbiselerini oraya buraya atmayacaksın, makyaj malzemelerini ortalığa saçmayacaksın.
Yatağın alışık olduğu tarafı, onun olacak.
Onun laptop’u ana bilgisayar olarak odaya yerleştirilecek.
Sen ve laptop’un portatif olacaksın.
Bunları yaparsan, kocanın bütün iş toplantılarına kuyruk olabilirsin, mahzuru olmaz.
Ben ek olarak şöyle şeyler ekledim: Sabahları uğurlayacaksın, o odaya gelmeden odada olacaksın, mum yakacaksın ama sakın odayı yakmayacaksın (!),
bunaldığında odaya yukarı kaçmak isterse, herkesten gizli onunla buluşacaksın.
Göreceksin ki, bu senin için de eğlenceli olacak!!
*
Bu, benim üçüncü Hindistan seferim.
Bu ülke, beni mıknatıs gibi çekiyor.
Özellikle Mumbai.
Deli bir şehir. Birbiriyle çelişen bir sürü sıfat sıralayabilirim, şahane, iğrenç, felaket, büyüleyici, akıllara ziyan. Büyük, çok büyük. İstanbul’dan çok daha kalabalık. 29 milyon insan. Fakirler, zenginler, işsizler, yankesiciler, işadamları, Bollywood starları, modacılar, finansçılar, filmciler, öğrenciler...
Her çeşit insan burada. Asya’ın en büyük gecekonduları da. Bakınız: Slumdog Millionaire. Üstelik pek rahatsız değiller, şehir turlarında bir gerçeklik olarak gösteriyorlar.
Bir Kuzey Mumbai var, bir de Güney. Her şey o kadar ki tezat ki, bu iki bölgeyi birbirine bağlayan köprü de öyle... Dünyanın en modern görüntülü köprüsü, dünyanın en pespaye mahallelerinin üzerinde...
Zaten “tezat”, Hindistan’ın diğer adı.
Güney Mumbai, Koloni döneminden kalma bir yerleşim alanı, olağanüstü güzel yapılar, gezmeye, bakmaya doyamazsın. İzmir gibi, kordonboyu bile var. Ama kirli. Öyle bir kirlilik ki, tarifi yok, sanki bütün binalara yağ dökülmüş, bütün balkonlar kafes içinde. “Neden?” diyorsun, “E hırsızlık, yankesicilik” filan diyorlar, 8’inci katlar bile kafesli.
Ve inanılmaz bir trafik. Sabah evinden işine 3 saatte gittiğin oluyor. Aklını kaçırabilirsin. İstanbul bile yanında hafif kalır. Ama ben “kuyruğum”, yetişeceğim bir yer yok, acelem yok, vaktim çok, tadını çıkarıyorum. Mumbai 29 milyonluk bir Tahtakale. Ben zaten Tahtakale’de dolaşıp, kaybolmasını severim. Burası da öyle. O kadar karmaşık, çeşitli ve renkli ki, sen o renklerin içinde kayboluyorsun, eriyorsun, kendini unutuyorsun.
“Nasıl geçti Hindistan? Sevdin mi?” sorusunun tek bir cevabı yok anlayacağınız.
a) Çok sevdim b) İnanılmaz nefret ettim c) Hepsi birden
Ben c) şıkkını işaretliyorum. Kültürüne, renklerine, zenginliğine, derinliğine, çeşitliliğine, farklılığına, doğallığına bayılıyorum ama pisliğinden, ilkelliğinden, trafiğinden, kokularından nefret ediyorum. Hayatımda gördüğün en kokulu yer. Hamileyken ancak bu kadar kötü kokular algılamıştım, çünkü hamileydim, şimdi değilim yine alıyorum, çünkü gerçekten kötü kokuyor. Deli bir keşmekeş. İnsan gözlerine inanamıyor. Millet sokaklarda yaşıyor. Uyuyorlar, yiyorlar, tuvaletlerini yapıyorlar. Böyle bir sefalet yok, böyle bir çirkinlik yok. Ama üç kuruş bahşiş veriyorsun, nasıl şükran dolu bakıyorlar, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir minnet duygusu da yok. Seni mutlu etmek için her şeyi yapıyorlar. Müthiş bir iyilik, müthiş bir hizmet anlayışı. Gerçi 5 kişi sana hizmet ediyor ama bazen beşi bir kişi etmiyor o ayrı! Yine de ben kendimi burada iyi hissediyorum.
*
Sevgilimi toplantıya uğurladıktan sonra, hemen elimde harita sokaklara fırlıyorum, Allah ne verdiyse bütün pazarları dolaşıyorum, kumaşçılar, gümüşçüler, antikacılar, sebze pazarları, çiçek pazarları... Hayatımda bu kadar olağanüstü çiçekleri bir arada görmedim ama tanrılara sunuyorlar. O yüzden koklamak yasak, dün döveceklerdi beni az kalsın çiçek kokladım diye...
Çok gururlu insanlar Hintliler. Ülkelerine bayılıyorlar. Hindistan’ın üzerine toz kondurmuyorlar, mesela onlara göre mükemmel bir tren sistemi var ülkede, üç dakikada bir geliyor, otobüsleri hele inanılmaz güzel, ucuz, hızlı...
“Dalga mı geçiyorlar?” diye bakıyorsun toplu ulaşım vasıtalarına...
Trenlerin, otobüslerin her tarafından insan fışkırıyor...
“Yasak değil ki bizde ayakta yolculuk etmek” diye cevaplıyorlar...
“E her gün bu kadar insan ölüyor!” diyorsun...
“E onlar trenin tepesine çıkıyorlar, yüksek voltaj var, ölüyorlar tabii” diyorlar...
İleride dünyanın süper güçlerinden biri olacaklarına inanıyorlar. Ne yalan söyleyeyim, bana imkansızmış gibi geliyor. Evet insan gücü muazzam, çalışkanlar ama pratik olduklarını söylemek zor. Ve inisiyatif alamıyorlar. Ya da benim denk geldiklerim hep öyle. Yapacakları işi 30 kişiye sormaları, danışmaları gerekiyor.
Bu ülkede zamanın olacak. Sinirlenmeyeceksin. Gülümseyeceksin.
Benim şu andaki halim gibi...
O zaman sorun yok!
HAMİŞ: Birazdan Dabbawalla’lara gideceğim. Ama yerim kalmadı, onu da pazartesi anlatırım...
Paylaş