Zeynep Bilgehan

Artık köyden indim şehire dönemi bitti

28 Nisan 2024
Türkiye’de ‘şehir planlama’ denince akla gelen ilk isimlerinden biri Prof. İlhan Tekeli. ODTÜ Şehir Planlama Bölümü’nün ilk üç öğrencisinden biri; bugüne kadar yayınlanmış 120’den fazla eserde imzası var. Kentsel dönüşümden şehirleşme tarihine, göçten mimari tarihine kafa yormadığı konu yok.

“Kırsal-kentli ayrımı bitti. Herkes aynı şeyi istiyor; dünya düzeyinde kozmopolitan demokrasilerde, karşılıklı etkileşimde bulunabilecekleri kamusal alanlar. Dünyada tarımla uğraşan kırsal nüfus neredeyse her yerde yüzde 1’in altında. Bizde yüzde 17-18, onların da çoğu yaşlı” diyor.

Seçimler bitti; yeni başkanlar koltuklarına oturdu. Seçmenler olarak bundan sonraki beklentimiz yaşadığımız şehirlerde iyi hizmet almak, insanca yaşamak…. Peki iyi şehircilik nasıl olur? Çarpık kentleşme, trafik gibi sorunların sebebi ve çözümü nedir? Seçim sonuçları bize ne demek istiyor? Hem eski albümleri karıştırmak hem de bu soruların da cevabını almak üzere kapısını çaldığım isim Türkiye’nin şehircilik ve bölge planlaması denince akla gelen ilk isimlerinden Prof. İlhan Tekeli oldu… Tekeli’nin bugüne kadar yayınlanmış 120’den fazla eseri var. Konu çeşitliliğiyle ilgili fikir vermesi için bazılarının isimlerini sayalım; Cumhuriyet’in Belediyecilik Öyküsü, Katılımcı Yerel Yönetim, Dolmuşlu, Gecekondulu, İşportalı Şehir, Göç ve Ötesi, Türkiye’de Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Planlama… Biz makrodan önce mikroyu mercek altına alalım, kendi hikâyesiyle başlayalım…

ANNE KARNINDA İZMİR’E...

İlhan Tekeli, 1937 yılında Maliye memuru bir baba ile ev hanımı bir annenin iki çocuğundan küçük olanı olarak dünyaya geliyor. Ağabeyini de tanıyoruz; ünlü mimar Doğan Tekeli. Aile aslen Ispartalı. Babanın gençliği Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı yıllarında geçiyor. Savaştan sonra Maliye Yüksekokulu’nu bitirip Ankara’da işe başlıyor. Başarılı bir memur olunca önce İstanbul’a, oradan da İzmir’e atanıyor. Tekeli, “Ben annemin karnında İzmir’e gelmişim ve hemen doğmuşum!” diye başlıyor anlatmaya: “Babam savaş yıllarını gördüğünden politikayla da son derece ilgiliydi ve bizim evde yemeklerde hep güncel meseleler konuşulurdu. Sosyal bilimlere ilgim herhalde o zamandan başladı.”

BAŞARILI ABİNİN İZİNDE

Çocukluğu İzmir’in Karantina semtinde geçiyor. İlk sosyolojik araştırmalar da bu dönemden; Tekeli, ‘en has adamımdı’ dediği ayakkabı tamircisi komşuları Mehmet Ağa ile sık sık mahallede gezintiye çıkıyor. Maalesef bu gezmeler çok uzun sürmüyor çünkü henüz altı yaşındayken ilkokula başlıyor. Tekeli, “Eğitim hayatım ağabeyimin sekiz sene gerisinden onun gösterdiği başarının beklentisini karşılamaya çalışarak, biraz zor geçti!” diye gülerek anlatıyor: “İnönü İlkokulu’ndan sonra Gazi Ortaokulu ve sonra Atatürk Lisesi’ne gittim. Atatürk Lisesi, İTÜ’ye birincilikle öğrenci sokan çok iyi bir okuldu. Bizi ‘ezber eğitim’den uzak tutup kendimize bir işi dert edinip, onun üstünde çalışma yapmayı ve iddia sahibi olmayı aşıladılar. İlkokulda iyi bir öğrenci değildim. Biraz kaytarıcıydım. Benim bütün formasyonum Atatürk Lisesi’nde oldu. Mesela bizim edebiyat hocamız Talat Tekin’di; müfredatı pek hesaba katmadan bizi Yaşar Kemaller, Sait Faikler, Orhan Velilerle tanıştırdı. Okumayı ondan sonra sevdim. Resim hocamız Abidin Elderoğlu’ydu. Kimya hocamız Halil Cim (Onuralp)’di.”

OKULUN İLK ÜÇ ÖĞRENCİSİ

Yazının Devamını Oku

Özgür Özel genel başkanlık sürecini ve yerel seçim başarısını Hürriyet’e anlattı... Boş havuza atladım düşene kadar doldu

21 Nisan 2024
Bundan tam üç sene önce yine bir 23 Nisan zamanı TBMM’de, CHP Grup Başkanvekili’yken bir araya gelmiş, eski albümleri karıştırmıştık… Geçen üç yılda çok şey oldu. Özel, bugün partisinin genel merkezinde, karşımda CHP Genel Başkanı sıfatıyla oturuyor. Hem de partinin 47 yıllık makûs talihini yenip 31 Mart yerel seçimlerinden CHP’yi birinci çıkarmış bir genel başkan olarak… Özel ile siyasete girişini, seçimdeki başarısının sırrını, eczacılığının faydasını, yeni imajını ve Şero ile ilişkisini konuştuk...

1- Bıraktığımız yerden devam ederek soralım… Öncelikle bugün oturduğu CHP Genel Başkanı koltuğu rahat mı? Orada oturmak nasıl bir duygudur? Özel, “CHP Genel Başkanı’nın toplam 83 koltuğu vardır” diye yanıtlıyor: “Bunlardan birisi arkamda gördüğünüz koltuk. Diğeri TBMM’deki koltuk. 81 tane de il başkanlığında koltuğu var. Ben hareketli bir yapıya sahibim ve fiziken koltukta oturmayı hiç sevmem ama mecazen zor bir koltuk. Sorumluluğu çok ağır. Çocukken büyük bir hayranlıkla okuduğum Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü daha sonra Bülent Ecevit ile aynı koltuğa oturmuş olmak çok gurur ve heyecan verici ama tabii stresi de bir başka.”

GENEL BAŞKAN OLMAK AKLIMDAN GEÇMEZDİ

Özel, ilk söyleşimizde siyasete çocukluğundan beri meraklı olduğunu söylemişti. Gençliği Türkiye ve siyaset tarihi okumakla geçmiş. Peki CHP’ye genel başkan olma fikri de hayalinde hep var mıydı? Yanıtı: “Siyaset kapısı 2009’da belediye başkan adaylığımla aralanmıştı. Başarılı olamadık ama 2011’de milletvekili oldum. Genel başkan olmak aklımdan çok geçmezdi. Grup Başkanvekilliği’ni çok istemiştim. Daha sonra partinin bilinen isimlerinden olunca başkanlığa çok yakıştıranlar oldu. Bazı süreçlerde ‘Ben olsam nasıl karar verirdim?’ diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Sonra bir gün geldi ve bir karar vermek gerekti.”

KARANLIKTA OTURUP 4 SAAT DÜŞÜNDÜM

Bu kararda geçen genel seçimlerin etkisi olmuş: “Ben 14-28 Mayıs’tan çok üzüntülü çıktım. Bu moralsizliğin başta gençler olmak üzere CHP’nin sadık seçmen kitlelerinin dahi partiden kopma riski olduğunu gördüm. Bu ancak bir özeleştiri süreciyle aşılabilir diye düşündüm. Bir gün Manisa’da, evin salonunda, yarı karanlıkta oturdum ve hiçbir şey yapmadan dört saat düşündüm. Eşim Didem beni o halde görünce ‘Hayır olsun, bakalım yine başımıza ne gelecek?’ dedi (gülüyor). Bu tek kişilik bir karardı. Tek başıma uzun uzun düşünüp yüksekten boş bir havuza atladım. Ben düşene kadar havuz dolacak diye hesap ettim. Tam da öyle oldu… Değişim yürüyüşümüzde önce bir kişiydim. Sonra üç olduk, sonra yedi… Arkadaşlara ‘Bir gün 7 milyon olacağız, bugün bizimle olmayanlar bize katılacak’ demiştim.”

OYUN KURUCU TAKIM KAPTANI

Spora meraklı. Ortaokul ve lisede atletizm takımlarında, üniversitede ise takım kaptanı ve orta oyun kurucu olarak hentbol oynuyor. Özel: “Örgütten gelen çok adayımız var. İstanbul ve Ankara’da Ekrem Başkan ve Mansur Başkan’a alan açtık. Aklıma yatana destek verdim. İtirazım varsa yeniden incelettirdik. İzmir’i bizzat kendim 15 gün çalıştım. Var olan insan kaynağını değerlendirdik. Şu an partiye inanılmaz bir yönelme var.”

Yazının Devamını Oku

DEİK’in kaptanı Nail Olpak anlattı: Siyasetle ticaretin bıçak sırtı dengesi

14 Nisan 2024
Bir kurum düşünün; bünyesinde neredeyse Birleşmiş Milletler kadar büyük bir ülke çeşitliliği barındırıyor. Beş bine yakın üye firmasının yanında yaklaşık yüz üye kuruluşuyla 144 ülkede 152 iş konseyiyle faaliyet gösteriyor. Ancak işleri siyaset değil ticaret… Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Nail Olpak ile buluştuk; eski albümleri karıştırırken Burdur’un köyünden çıkıp sanayinin patronluğuna uzanan yolun hikâyesini ve ticari diplomasinin inceliklerini dinledik.

1- Hikâyesi Burdur’un İbecik köyünde başlıyor… Nail Olpak, bu yörük köyünün yerlisi bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1961 yılında dünyaya geliyor. Söze, “Yörük köyü ama yerleşik. Bunu 1830 yılında Osmanlı zamanında yapılan ilk nüfus sayımındaki kayıtlardan öğrenmiştim. Hem de bugünkü e-Devlet sisteminden değil, 40 yıl önce kendi araştırmamla!” diye başlıyor: “Dışarıdan göç almamış, kendine özgü geleneklerini tutmuş. Köyümden çok şey öğrendim; en çok da birlikte olmanın güzelliğini…” Köy yerleşik ama aile çok yer değiştirmiş: “Babam aslında ilkokul mezunu. Köyde biraz çiftçilik yaptıktan sonra Denizli’de bir devlet dairesinde işe başlayıp sonra da adliyede zabıt katibi olmuştu. İlkokul öncesinde bir süre Denizli’de yaşadık. Oradan Çameli’ne geçtik. Biraz da orada görev yaptıktan sonra memuriyetten ayrılıp kendi işlerini yaptı; kahve işletti, bakkal çalıştırdı, tarlalarımızı ekti biçti…”

Nail Olpak - Zeynep Bilgehan 

BİRİNCİ SINIFTAN İKİYE...

Olpak’ın eğitim hayatı da hareketli olmuş: “İlkokula Çameli’nde başladım. Ailem oradan Dalaman’a gitti. Ben dedemle kalıp ikinci sınıfın yarısını ve üçüncü sınıfı köyde okudum, dördüncü ve beşinci sınıfı ise Dalaman’da... Sonra parasız yatılıyı kazanıp Nazilli’ye gittim. Liseyi de Aydın’da okudum. Ege bölgesinin bir çocuğu olmuşum. Okuma yazmayı komşulardan öğrenmiştim. Çameli’nde ilkokulun ilk günü öğlen müdür beni odasına çağırdı. Şafak attı ne oluyor diye tabii (gülüyor). Babam, kayıt yaptırırken ‘Benim oğlum biraz okuma yazma bilir’ demiş. Müdür bana birkaç soru sorduktan sonra ‘Alın bunu ikinci sınıfa’ dedi ve ben öğleden sonra ikinci sınıfa başladım. Bu aslında iyi bir şey değil. Çocuklar yaşıtlarıyla aynı şeyleri yaşayarak okumalı. Bir yıldır okuyan çocukların arasında siz yarım günlük okullusunuz hem de köyden gelmişsiniz.”

11 YAŞINDA KAZANILAN İTİBAR

İş hayatına da erken yaşta başlıyor. 11 yaşında, yaz dönemlerinde köyde babasının bakkal dükkânın hesap işleri ona kalıyor. Ticaretin altın kuralını bu dönemde öğreniyor: İtibar. Dinleyelim: “Denizli’ye toptancı Cevdet Amca’ya mal almaya giderdik. Bir gün koyduğu bazı malların parasını almayı unutmuş. Ben söylemesem haberi bile olmaz. Bir sonraki görüşmemizde ona bunu söyleyince çok mutlu oldu ve ondan sonra açık hesap sistemine geçtik. Bazı dönemler bizim mal alacak paramız olmadı. Mal aldık, paramız varsa verdik, yoksa sonra verdik. 11 yaşında bir çocuğa itibarı kazandırmak ailemin bana verdiği değerler sayesindedir. Parayı hızlı kazanırsınız hızlı kaybedersiniz ama itibarı hızlı kazanamazsınız. İtibar tırnaklarınızla kazandığınız bir şeydir.”

BUGÜN HÂLÂ KÖYDEN ÇIKIP PATRON OLUNUR MU

Peki bugünün koşullarında kendisininki gibi köyden çıkıp bir patron olma hikâyeleri hâlâ mümkün mü? Diyor ki: “Her zaman mümkün. Her dönemin şartları farklı. Tabii hiçbir şey bedava değil. Altı yıl boyunca haftada dört akşam yumurta yemeye kaç kişi razıdır? Birisi sinema gitmeyi tercih ederken siz dil kursunu tercih ediyorsunuz. Gençler bu sebata razıysa bugün bizim dönemden çok daha fazla fırsat da var. Harçlığımla aldığım hayat ansiklopedileri bugün sizin cebinizde. 1961’de İbecik köyünde doğan Nail’in o aile imkânları içinde gördüğü fırsattan çok daha fazlası bugünün gençlerinin önünde…”

Yazının Devamını Oku

Sanat tarihçisi Prof. Nurhan Atasoy: 90 yıl nasıl geçti anlamadım

7 Nisan 2024
Hikâyesi bir Sadrazam torunu ile Cumhuriyet’in ilk aydınlarından tıp doktorunun evlenmesiyle başlıyor. Eğitime önem verilen bir evin ‘tembel’ çocuğu olarak girdiği üniversiteden profesör olarak çıkıyor. İstanbul üzerine bilgisini paylaştığı isimler arasında Kraliçe Elizabeth de var… Bayram arifesinde sanat tarihçisi ve yazar Prof. Nurhan Atasoy ile buluşup eski albümleri karıştırdık. Bu yıl 90’ıncı yaşını idrak eden Nurhan Hoca, “Çok vaktim varmış gibi planlar yaptım. Halbuki yokmuş. Hop diye 90 yaşıma geldim” diyor.

Türkiye’nin en üretken isimlerinden Prof. Nurhan Atasoy’un Osmanlı tarihi üzerine engin bilgisiyle 35’in üzerinde kitapta imzası var. Bu yıl 90. yaşını kutluyor! Söze, “90 sene nasıl geçti bilmiyorum. 90 yaşında olduğuma inanmak zor geliyor. Çok, fevkalade hızlı geçti” diye başlıyor: “En sinirlendiğim şey, daha çok vaktim varmış gibi planlar yaptım. Halbuki vaktim yokmuş. Hop diye 90 yaşıma geldim. Şimdi eskisi gibi kuvvetim yok. Her şey zor geliyor.” Böyle diyor ama bu aralar neler üzerine çalıştığını sorunca projeler sıralanıyor; Kütahya geleneksel giyimi, Topkapı Sarayı pabuç ve çizme koleksiyonu, Avrupa’da Türk odaları, Türk kadının sanatı oya… Defterine not aldığı tonlarca yeni fikir de cabası. Atasoy, “Bir şeye çalışırken ‘Bu da ne güzel konu olur’ diye yeni fikirler de içimi gıcıklıyor” diyor. Eski albümleri karıştırmaya başlamadan, önden uyarıyor: ‘Tarih sormayı yasaklıyorum sana, hangi sene diye sorma.”  

LİYAKATLİ SADRAZAM PAŞANIN TORUNU

Kendi hikâyesi, tek teyit ettiği tarih bu olmak üzere, 1934 yılında Tokat’ın Reşadiye ilçesinde başlıyor. Atasoy anlatıyor: “İki kız, iki erkek olmak üzere dört kardeşiz. Orta halli bir aile. Babam eczacı, annem ev kadını. Ailede hepimize yön veren önemli kişi büyükbabam Ali Rıza Atasoy. O da tıp profesörü. Büyükannem okula bile gitmemiş ama o da tahsil ve terbiyeye çok meraklıydı. Onun için biz ne kadar okusak o kadar çok destek verirdi.” Atasoy’un büyükannesinin, dedesinin hikâyesi de ilginç. Kendisi Birinci Mahmut’un Sadrazamı Hasan Paşa imiş. Atasoy, “Enteresan bir özelliği var Hasan Paşa’nın; sadrazamların yüzde 90 hayata veda edişi idamla oluyor. Bu, görevden ayrıldıktan sonra eceliyle ölüyor” diye anlatıyor: “Bildiğim kadarıyla Reşadiye’den İstanbul’a gelip Yeniçeri Ocağı’na girmiş. Ondan sonra kademe kademe yükselmiş ve sadrazam seçilmiş. Liyakatle! Fevkalade zeki bir adam olduğu anlaşılıyor. Görevden ayrıldıktan sonra Diyarbakır Valiliği yapıyor. Mezarı orada.”


Zeynep Bilgehan - Prof. Nurhan Atasoy

SOKAKTA ‘HÖRRİYET HÖRRİYET’ SESLERİ

Büyükbaba Ali Rıza Atasoy’un da hayatı fırtınalı geçiyor. Evlendikten kısa süre sonra Şam Türk Tıbbiyesi’ne hoca olarak tayin ediliyor. Üç oğlu orada doğuyor. İmparatorluğun son günlerinde Beyrut’tan kalkan son vapurla İstanbul’a ulaşabiliyorlar. İşgal İstanbul’unda zor günler geçiriyorlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra kendini hayır işlerine adıyor. Velhasıl, Nurhan Hanım dört, beş yaşlarındayken aile Tokat’tan İstanbul’a taşınıyor. Hep beraber büyükbabanın Sultanahmet’te yaptırdığı apartmanda yaşamaya başlıyorlar. Bu muhitten en renkli hatırası şu: “Bizim sokağın ucu tevkifhaneye, yani cezaevine giderdi. Bizim sokakla kesiştiği yer kadınlar koğuşuydu. Arada bir ‘Hörriyet! Hörriyet!’ diye bağırıp, ayaklanırlardı. Karşıdaki bakkala siparişler verirlerdi. Herhalde gardiyanlar getirip götürüyordu. Naylon çorap sipariş ettiklerini hatırlarım. O çok ilgimi çekerdi.”

Yazının Devamını Oku

Ünlü ressam Ergin İnan’ın tablolarındaki ışık ve renk doğudan sükûnet batıdan

31 Mart 2024
- Bir ayağı sakinliğini sevdiği Berlin’de, diğeri tarihinden ve derinliğinden ilham aldığı İstanbul’da… Alametifarikası olan ışıkların, renklerin, böceklerinin membası ise çocukluğunu geçirdiği Malatya’nın uçsuz bucaksız bahçeleri… Bu yıl 81. yaşını kutlayan, sanat hayatında 60 yılı geride bırakan, Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülü sahibi ressamımız Ergin İnan ile eski albümleri karıştırdık.

Atölyesi tam da hayal edebileceğiniz gibi; her yerde boyalar, rengarenk tuvaller… Elini neye değdirse sanata dönüştürmüş desek yeridir. Bu yıl 81. yaşını kutlayan, dünyanın çeşitli müzelerinde eserleri bulunan, Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülü sahibi ünlü ressamımız Ergin İnan ile beraberiz. Temsiliyetini yürüten EArt Galeri’nin ev sahipliği yaptığı ve Marcus Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği ‘Kâğıt ve Kalem’ isimli sergisinin hazırlığı içindeydi. Söyleşimiz için sabah erken bir saat için sözleşmiştik. Sanat hayatında 60 yılı geride bırakan İnan’ın günlük ritüeli, uzun yıllarını geçirdiği Almanya etkisinden mi bilinmez, oldukça sistemli. Söze, “Sabah kahvaltıdan hemen sonra resme başlarım. Sohbete, başka şeylere çok az zaman harcıyorum. Daha çok resimlerimle beraberim…” diye başlıyor. Bu alışkanlığının izlerini masadaki peçetelerin üzerindeki taze çizimlerinde görüyoruz!

ORTANCALARDAN BİRİ...

Yeni sergisinin ismi ‘Kâğıt ve Kalem.’ Peki kendisi kâğıt ve kalemi eline ilk ne zaman almış? Resme ilgisi nasıl başlamış? Sene 1943… Malatya’ya gidiyoruz. Ergin İnan, Hacımüminler sülalesinden gelen Malatyalı bir ailenin beş çocuğunun ‘ortanca’larından biri olarak bahçeli bir evde dünyaya geliyor. ‘Ortancalar’ dedik çünkü bir de ikiz kız kardeşi var. Tüccar baba işler bozulunca memuriyete dönüyor. İnan, “İkinci Dünya Savaşı henüz bitmemişti. Bir kıtlık dönemi vardı. Anadolu, başka bir Anadolu’ydu…” diye anlatmaya başlıyor: “Çocukluğum Sivas Caddesi’ndeki evimizin kayısı ağaçlarıyla dolu bahçesinde oyunlar oynayarak geçti. Kendi kendime kaldığım zamanlarda da toprakta gördüğüm böceklerle ilgilenirdim. Böcekler dünyasına, onları izlemeye daha o zamandan başladım.”

ÜNLÜ SINIF ARKADAŞLARI

Onu ilk keşfeden ablası oluyor… Ergin Hoca, “Resim çizmek bende içgüdüsel bir dürtüydü” diye anlatıyor: “Kâğıt kalemi elime ilk beş yaşında almışım. Ablamın dediğine göre küçük yaştan itibaren çizimlerim güzelmiş. Gazi İlkokulu’ndan sonra Malatya Lisesi’ni bitirdim. Lisede de resim derslerinde iyiydim. Hocalarla özel günler için Atatürk resmi boyadığımı, Mevlânâ çizdiğimi hatırlıyorum. ‘Yeni Adım’ adında bir dergi çıkarılırdı. Ön sayfa resimlemesini ben yapardım. Hasan Celal Güzel ve Hüsnü Doğan sınıf arkadaşlarımdı. Okulda ders dinlerken bile defter sayfalarının yanına portreler çizerdim. Her şey bir dürtüyle başlıyor. Siz de farkında olmuyorsunuz. Birden kalemi alıyor ve çiziyorsunuz.”


Yazının Devamını Oku

Türk edebiyatının usta kalemi Pınar Kür: Kafka’dan sonra bitti bu iş

24 Mart 2024
Yazar bir annenin, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden bir çiftin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Gençlik yıllarında sevdiği ve girdiği tiyatrodan 12 Mart sonrası dönemde yazar olarak çıkıyor. İlk romanı Yarın Yarın’ın yayınlanmasının üstünden dile kolay 48 sene geçmiş… Yazar Pınar Kür’leyiz... Son zamanların çok tartışılan, ‘sanat, müzik, edebiyat bitti’ mi konusuna Kür’ün yorumu, “Yeni dönemden iyi yazarlar var ama duvarları yıkacak kişi görmüyorum. Bundan sonra edebiyat dünyasında, dünyanın herhangi bir yerinde büyük çıkış yapabilecek şey yok. Kafka’dan sonra bitti bu iş” oluyor.

1) Türk edebiyatının usta isimlerinden romancı, öykücü ve çevirmen Pınar Kür ile beraberiz... Son romanı Sadık Bey’in yayınlanmasının üzerinden sekiz sene geçmiş. Önce güncel soruyla başlayalım; nerelerdeydi? Yeni kitabı ne zaman çıkacak? Kür, “Belli bir yaşa geldim, orası kesin!” diyerek başlıyor: “Çok kaza, çok ameliyat geçirdim. Düştüm, kalktım, kırdım, döktüm… Aklımda öteden beri düşündüğüm şeyler var ama hasta olduğum için fazla yazmıyorum. Çok küçük yaştan beri çalışıyorum. O yüzden boş durmak hiç hoşuma gitmiyor.”


Sene 2017/Fotoğraf: Muhsin AKGÜN

ÇOK LAZIMMIŞ GİBİ GİTTİK YAZAR OLDUK

Kür’ün annesi de tanıdık bir isim; yazar İsmet Kür. Pınar Hanım, “Bizim aile biraz edebiyat ailesi. Teyzem de yazar Halide Nusret Zorlutuna” diye devam ediyor: “Müzisyen bir aileden olsaydım müzisyen olurdum herhalde, ailenin içinde bir kabiliyet varsa şu şekilde veya bu şekilde çıkıyor. Biz de yazarlık yoluna gitmişiz çok lazımmış gibi! (gülüyor)” İlginç aile öyküsünden başlayalım… Baba Behram Kür, Azeri göçmeni. Babaları Sovyet Devrimi sırasında ölünce kardeşiyle Türkiye’ye kaçırılıyorlar. Anne İsmet Kür’ün kökeni de Osmanlı döneminden gazeteci Avnullah el-Kâzımî’ye dayanıyor. Pınar Hanım, “Abdülhamit dedemi hapse atmış. Anne tarafım sabıkalı; hapse girmedim ama ben de mahkemelerde süründüm” diye anlatıyor.

CUMHURİYET’İN ÖĞRETMENLERİ

Anneyle baba Gazi Eğitim Enstitüsü’nde tanışıp evleniyorlar. Öğretmen çiftin ilk çocukları Pınar Kür, 1943 senesinde görev yaptıkları Bilecik’e en yakın büyük şehir olan Bursa’da dünyaya geliyor. Aile bir yıl sonra Zonguldak’a taşınıyor. Orada onlara ikinci çocuk Işılar katılıyor. Kür, “Cumhuriyet öğretmenleri çok donanımlıydı ve ciddi hizmetleri olmuştu. Hâlâ bu yaşta Öğretmenler Günü’nde telefon alırım; ‘Ben İsmet Hanım’ın Zonguldak’tan öğrencisiyim’ diye. Orta halli bir aileydik” diyor.

Yazının Devamını Oku

Türk Tarih Profesörü Sina Akşin anlattı... Nereden çıktı bu kutuplaşma

17 Mart 2024
50 yılını geçirdiği Mülkiye’de, aralarında İlber Ortaylı, Ömer Çelik, Mevlüt Çavuşoğlu’nun da olduğu yüzlerce öğrenci yetiştiren ‘hocaların hocası’ Prof. Sina Akşin’le albümleri karıştırdık, bugün sıkça konuştuğumuz kutuplaşmanın tarihine değindik. Sina Hoca diyor ki, “Kutuplaşma esasında tarihi süreçte tüm toplumlarda var, ancak farklı görünümlerde karşımıza çıkıyor. Yani sadece bize, Türkiye’ye özgü değil ve Cumhuriyet’le de başlamadı.”

1- İlk soru; tarih neden sevilir? 1969’da girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgileri Fakültesi, namı diğer Mülkiye’de, Türk Siyasal Hayatı Kürsüsü’nde neredeyse 50 yıl ders veren, onlarca kitabı bulunan Prof. Sina Akşin için bu sorunun cevabı kısa ve öz: “Tarih meraklı bir konudur.” Kendi dünyaya geliş hikâyesi de heyecanlı bir tarih barındırıyor… Akşin, 1937 senesinde Hollanda’nın başkenti Lahey’deki Türk Büyükelçiliği’nde dünyaya geliyor. Tam da bir 29 Ekim gecesinde! Babası ‘işgüder’ yani bugünkü deyimiyle maslahatgüzar Aptülahat Akşin aşağı kattaki resepsiyonda konuklarla ilgilenirken, annesi Hacer Hanım üçüncü ve en küçük çocukları Sina Akşin’i dünyaya getiriyor. Akşin, “O zamanlar 29 Ekim resepsiyonları çok şenlikli olurmuş” diye gülümsüyor.

SENE 1945 - Arjantin

HARİCİYECİ BİR BABA

Burada onun hikâyesine ara verip babası Aptülahat Bey’i de tanımalıyız… Aptülahat Bey, 1892 yılında Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Üsküdar’da dünyaya geliyor. Akşin anlatıyor: “Babamgiller Bulgaristan tarafından. Onun babası olan dedem Eskicuma denilen bir yerde din hocasıymış. Uzmanlık alanı miras hukuku. Babam daha sonra Mülkiye’de okuyor. O dönem Mülkiye İstanbul’da. Adı da Mekteb-i Mülkiye-i Fünun-u Şahane. 1913 yılında mezun olup Hariciye Nezareti’ne giriyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de askerlik yaptıktan sonra Milli Mücadele döneminde Ankara’ya geliyor. Savaştan sonra Milli Hariciye’nin ilk memurlarından oluyor. O zamanlar görücü usulüyle evlenilirmiş. İstanbullu bir aileden gelen annemle evleniyorlar.” Çiftin üç çocuğu oluyor. İlki Bakü’de, ikincisi Ankara’da, üçüncü ve en küçük çocukları Sina Bey de Lahey’de dünyaya geliyor…

SENE 1949 - Akşin ailesi 

ÇOCUKKEN DÜNYAYI GEZDİ

Hollanda’da üç yıl kaldıktan sonra bir sonraki görev yeri Arjantin oluyor. Sene 1939. Akşin, “Babam savaştan hemen önce tayin ediliyor ve biz savaşı Buenos Aires’te geçiriyoruz. Yedi yıl orada kalıyoruz” diye anlatıyor. O dönemden aklında kalanlar: “Okul, elçiliğin tam karşısındaydı. Ben uluslararası bir okula değil normal Arjantinlilerin gittiği bir devlet okuluna gidiyordum. Bir bakıma Arjantinli gibi yetiştim ama o fazla uzun sürmedi. Bir buçuk yıl okula devam ettikten sonra, ben dokuz yaşındayken babam Şam’a tayin edildi. Orada da yedi yıl kaldı. Bir süre Şam Amerikan Koleji’nde okuduktan sonra, 13 yaşımda yatılı olarak Robert Kolej’e geldim.”

SENE1970’ler 

Yazının Devamını Oku

‘Kebap Mabedi’nin sahibi Beyti Güler: Ben insan zenginiyim

10 Mart 2024
O bir yaşayan efsane… Gastronomi dünyasının en zarif beyefendisi, Türkiye’de adını taşıyan tüm yemeklerin kurucu babası; Beyti Güler. Bundan neredeyse 80 yıl önce dört masayla açılan lokanta, bugün adeta bir kebap mabedi haline geldi. Geçen yıl Michelin Rehberi’nin ‘öneri’ listesine giren restoranında Beyti Bey, 95 yaşında hâlâ tüm masaları tek tek ziyaret ediyor. Diyor ki: “Dünyanın her yerinden çok insan tanıdım. Hepsinden bir şeyler almaya, keşfetmeye çalıştım. Ben insan zenginiyim.”

1- Çalışma odasının duvarlarında dünyanın her yerinden ve her döneminden siyasetçiler, sanatçılar, sporcular, iş insanlarıyla fotoğraflar var... Kendisi de en az onlar kadar ünlü bir isme sahip. Gastronomi dünyasının en zarif beyefendisi, Türkiye’de adını taşıyan tüm yemeklerin kurucu babası; Beyti Güler. Tam randevulaştığımız saatte kapıdan içeri giriyor. Tabiri caizse stiliyle zıpkın gibi. 95 yaşında! Bize özel mi giyinmiş? Cevap olarak kendi gülümserken yardımcısı Sabriye Hanım, “Beyti Bey her gün böyle giyinir” diye yanıtlıyor. Ayrıca Beyti Bey’in geçen 80 yıldır yaptığı gibi neredeyse her gün restorana gelip önce mutfağı teftiş ettiğini, sonra gelen misafirlerle ilgilendiğini anlatıyor. Eskiden alışverişe de bizzat gider, uzun yıllardır müşterisi olduğu Eminönü piyasasını çok severmiş. 15 yıl öncesine kadar kasaphanede kasaplarla yaklaşık bir saat et işlermiş. Mevcut ritüellerine tanıklık edeceğiz ama önce eski albümleri karıştırıyoruz.

Zeynep Bilgehan - Beyti Güler

ATATÜRK’ÜN DAVETİYLE...

Beyti Güler, 1929 senesinde Kırım asıllı bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak o günlerde Romanya toprakları olan Totrakan’da dünyaya geliyor. Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın teşvikiyle Köstence-Silistre bölgesindeki tüm Türkler ana vatana davet ediliyor. Aile, 1933 yılında Türkiye’ye göç ediyor. Beyti Bey, 22 Ocak 1935 tarihli Türk vatandaşlığına kabul edildiği kararnameyi çalışma odasında Atatürk portresinin altına asmış... Üzerinde “Hicret ve iltica suretiyle memleketimize gelerek vatandaşlığa alınmalarını isteyen ve fena bir halleri olmadığı anlaşılan isimleri yazılı şahısların Türk vatandaşlığına alınmaları onaylanmıştır” yazıyor. Altında bizzat Reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası var. Beyti Bey, İstanbul’a adım attıkları günü şöyle anlatıyor: “Gemimiz Sepetçiler Kasrı’na yanaştı. Gemiden indik. Çok güzel bir faytonla Yeşilköy’e geldik. Bahçe içinde 16 odalı bir köşk satın alıp hemen oraya yerleştik.”

SENE 1944
SENE 1935

Beyti Bey, Atatürk Florya’daki Deniz Köşkü’nde sandalla gezinti yaparken o sandala tutunan çocuklardanmış... Atatürk’ün de olduğu Sabiha Gökçen’in paraşütle atladığı töreni de babasıyla izlemeye gitmiş.

İLK OLARAK FIRIN AÇTIK

Yazının Devamını Oku