Hüzünden beslenen mutluluk şehri: Lizbon
Benim gezi rotalarımı ucuz uçak bileti belirler. Bilgisayarımda bilet ekranı sürekli açıktır. Güney Fransa mı yoksa Endülüs gezisi mi yapsam diye arandığım bir gün hocam Alp Bozbora odama geldi. “Eğer ucuz bilet bulursan Lizbon’a git” dedi. Meğer yıllar önce “Lizbon Seyahatnamesi” isminde bir kitap yazmış da benim haberim yokmuş. Kitabın ilk sayfalarından itibaren benim yeni rotam belli olmuştu. İşte size lizbon gezi rehberi...
Birkaç gün sonra, 4,5 saatlik bir uçuşun ardından Lizbon’daydım. Pasaport polisinden, temizlik personeline kadar hava alanındaki herkes “seni bekliyorduk” der gibiydi. Sıcakkanlılar. Avrupa ülkelerinde nispeten bir ciddiyet oluyor ancak İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’da kendinizden bir şeyler buluyor ve Akdeniz enerjisini yakalayabiliyorsunuz. Hava alanı çok büyük. Kültürel ve politik kaynaşmalarından dolayı her kapıdan bir Brezilya uçağı kalkıyor.
Turizm ofisinden, olmazsa olmazımız olan şehir haritamızı ve ulaşım kartımızı alıp metroya biniyoruz. Saldanha istasyonunda inip, metronun merdivenlerinden çıkıp, gökyüzünü gördüğümde ve sonrasında şaşkın şaşkın etrafa baktığımda bu şehri çok seveceğimi anlamıştım. Nitekim çantaları otele bırakıp kendimizi aceleyle sokağa attıktan kısa bir süre sonra, yeni bir aşkın ilk meyvelerini topluyordum. Praça do Comércio meydanından, meşhur 28 nolu turistik tramvaya binip, o nostalji içinde daracık sokakları geçerken aşk sarhoşu olmuştum bile. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Birkaç durak gittikten sonra gözlerimdeki yaşı hissetmeye başlamıştım.
Bu tramvaya mutlaka binmek gerek. Şehirde eğlenceli ve nostaljik bir gezinti yapılmış oluyor. Tramvayın gittiği yerlere yürüyerek gitmek çok zor. Dik yokuşlar ve uzun mesafeler var. Tramvay ağır aksak gittiği için yürümüş kadar keyif alıyorsunuz. Açık camlarından etrafı seyrederken, evlerin duvarlarını adeta yalayarak geçen bu araçta kendinizi 1950’lerde hissedeceksiniz. Bizim Vatman o kadar eğlenceliydi ki oturduğu yerde resmen şov yaptı. El-kol hareketleri, esprileri ve şarkıları ile bana Venedik gondolcularını hatırlattı.
Sao Jorge Kalesi
Tarihi yerleri, özellikle kaleleri (çünkü her şehirde var ve hepsi tepede olduğu için manzaraları güzel) çok anlatmak istemiyorum. Fakat Lizbon’a gidip de Castelo de Sao Jorge kalesini görmeden ve size anlatmadan olmazdı. Şehrin doğusunda bir tepeye yerleşmiş fakat şehirle iç-içe bir konumda, eşsiz bir manzaraya ev sahipliği yapıyor. Gündüzü güzel, gecesi bir başka güzel. Şehrin iki yakasını birleştiren 25 Nisan Köprüsü’nün buradan görünümü enfes. Akşam saatlerindeki loş ışıklarda, tavus kuşu seslerinin eşliğinde kaleyi dolaşmak ve selfie çekmek harikaydı. Bizden başka kimsenin olmadığı dakikalarda kendimi şövalye gibi hissettim. ‘Askerlerrrrr’ diye bağırasım geldi. Asırlık zeytin ağaçlarını okşadım, surların taşlarını sevdim. Kim bilir neler gördüler, neler yaşadılar. Ortak olmak istedim yaşamlarına. Hazır yalnız yakalamışken, rüzgârın sesini müzik, Lizbon’un güzelliğini söz yaptım. Bu kaleye geldiğinizde siz de kendi bestenizi yapabilirsiniz. Bir beste ki yıllarca dillerden düşmeyecek kadar güzel…!
Meydanlar
Kaleden şehre muhakkak yürüyün. Dar sokaklarda, nostaljik barlar ve restoranlar arasından, grafitili evlerin yol arkadaşlığı yaptığı 20 dakikalık bir yürüyüşle Rossio (Praça dom Pedro IV) meydanındasınız. Gri hat olarak adlandırılan tren garının da içinde olduğu, etrafında güzel restoran ve kafelerin bulunduğu bu meydan merkez olarak kabul ediliyor. Arkasındaki Restauradores meydanı, lüks mağazaların bulunduğu harika bir bulvar olan Avenida de Liberdade ve ona bağlanan Marques de Pombal gezilmesi gereken meydanlar. Hanımefendiler Liberdade bulvarına bayılacak, bu yüzden beyefendiler kredi kartlarını otelde unutsun.
Meşhur Belem Pastanesi
İkinci günümüzde, Portekiz için kahraman sayılan, dünyaca ünlü denizci-kâşif Vasco de Gama’nın (Avrupa’dan çıkıp, Ümit burnunu dolaşarak doğrudan Hindistan’a giden ilk kişi) içinde uyuduğu, çok güzel bir mimariye sahip Jeronimos Manastırını ve bulunduğu semtteki, tatlısı ile ünlü Belem Pastanesi’ni görmeye gittik. Üstü fırınlanmış, içi akışkan kremalı olan meşhur Belem tatlısı pudra şekeri ve tarçın ile servis ediliyor. Pastanede yer bulmak zor. Kasada kuyruk var. Lizbon’a gelip Belem tatlısı yemeden olmaz. Damağımızdaki bu güzel tatla manastırın yolunu tutup, Vasco de Gama’yı ziyaret ettik.
Sahildeki keşifler anıtı (padrao dos Descobrimentos), anıtın arkasında yere işlenen mermerden dünya haritası, anıtın önünden sola bakarken 25 Nisan köprüsünün görüntüsü, sağa bakarken Atlas Okyanusu’nun engin manzarası ve karşı yakada duran simgesel Cristo Rei heykeli gerçekten çok güzel. Biraz ileride sizi bekleyen, Portekiz’li gemicilerin sefere çıkarken gördükleri son kara parçasındaki Belem Kulesi’nin denizin içindeki hafif eğik ve hüzünlü duruşu bana çok dokundu. Turistlerin yoğun ilgisi içindeyken ve Portekiz’in simgesel yapılarından biri olmasına rağmen, biraz yalnız ve mutsuz gibi geldi. Mazideki coşkulu günlerini mi arıyor acaba?
Cascais
Belem’de günlük ulaşım kartımızı yenileyelim derken, kartı aldığımız büfedeki görevli Cascais ve Sintra’ya da ücretsiz gidebileceğimizi söyledi. Sintra hakkında az çok ders çalışmışlığım vardı fakat Cascais için bir fikrim yoktu. Zamanında dünya jet sosyetesinin uğrak yeriymiş fakat tahtını Monte Carlo’ya kaptırmış. Yine de özellikle yaz mevsiminde ilgi büyük. Gerçekten çok huzurlu ve kara Avrupa’sının son yerleşim yeri olarak haklı bir mirasa sahip. Lizbon’un merkezindeki Cais de Sodre garından kalkan tren Belem’den geçerek, Casino Royale filminin de çekildiği Estoril’e uğrayıp, Cascais’de son buluyor.
Sintra
40 dakikalık bir yolculukla Sintra’dayız. Cascais gibi, Sintra’da Atlas Okyanusu manzaralı. Bu coğrafya kara Avrupası’nın bittiği yerler. Benim için anlamı büyük. Gezerek bitiremeyeceğim Avrupa’yı, batı yönünde, coğrafi olarak bitirmiş oluyorum. Burası gerçek bir masal diyarı. Hem şehir merkezi hem de etrafında bulunan tarihi yerleri ile mutlaka görülmeli. Ünlü Pena Şatosu’na giderken içinden geçtiğiniz orman rüya gibi. Sayısız güzel çiçeklerin olduğu böyle bir botanik dünya zor görülür. Çiçek resmi çekmekten etrafı seyredemedim. Ağaçların arasından kulelerini gördüğümüz şatoya yaklaştıkça, bizi nasıl bir yerin beklediğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştık.
Pena Şatosu
Büyüleyici bir manzara. Sözün bittiği yerdeyim. Kuşbakışı gördüğüm okyanus, etrafındaki orman, konumu, mimarisi ve ihtişamı biraz da olsa belki resimlerde anlaşılabilir. Benim burayı anlatmaya cümlelerim yetmez. 1800’lü yıllarda kral ve kraliçenin yazlık sarayı olarak kullanılan, ortaçağ stili ile döşenmiş bu görkemli şatoya bayılacaksınız. Muhakkak gezi planlarınızda olmalı. İçindeki mobilyalara, duvarlarındaki kabartmalı çinilere, kral ve kraliçenin yaşadığı odalara ve tabii ki teraslarından görülen muhteşem manzaraya hayran kalmamak elde değil. Bir fotoğraf çekilecek, bir kamera kaydı yapılacak, bir selfie pozu verilecekse bundan daha iyi bir yer olamaz. Dünyanın en güzel 10 şatosu içinde yer alan Pena’ya bayıldık! Trene binmek üzere otobüsümüze yeniden bindiğimizde bu rüyadan uyanmak istemedik.
Santa Justa Asansörü
Lizbon’a gelip de bu tarihi asansöre binmemek olmaz. Kuyruğun hafiflediği bir anda sıraya girin ve bu deneyimi yaşayın. Şehir kartlılara ücretsiz. Tepesindeki manzara harika. İner inmez sizi karşılayan bar-restoranda bir şeyler içip, bol bol selfie çekebilirsiniz.
Amália Rodrigues
‘Portekiz’in sesi’ unvanını fazlasıyla hak etmiş, giden denizcilerin arkasından yakılan ağıtlardan doğan Fado müziğinin kraliçesi, gizemini korumak adına kendisini sakladı. Nacional Pantheon da uyuyan büyük sanatçıyı ziyaret etmek kısmet olmadı. Gittiğimizde kapanmıştı. Dışarıdan seslendim ona. “Seni sen yapan işte bu hüzün ve mahzunluk” dedim. Ses vermedi…
Fernando Pessoa
Bir iki satır da bu ünlü şair için yazmasaydım Lizbon yazısı eksik kalırdı. Portekiz’in simge isimlerinden biri olan Pessoa’nın sürekli gittiği ve kapı önündeki masaların arasında heykelinin olduğu Cafe A Brasileira’ya uğramadan geçmek olmazdı. Turistler resim çektirmek için sırada bekliyorlardı. Ne demiş büyük usta:
Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!
Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!
Böyle yola çıkmaktır yolcululuk
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda
Gerisi sadece gök ve toprak
Lizbon’a veda
Hayır, veda etmiyorum sana ey Lizbon. Elbet bu yazımı okuyup da beraber gidelim diyen bir dost. Bol bol kalamar-karides yeriz. Cabo de Roca’dan Avrupa’nın sonunda olduğumuzu gösteren sertifikamızı alırız. Fado dinleriz. Benfica’nın maçını seyrederiz. Porto’ya gider, oradan Madrid’e bile geçeriz. Lizbon tekrar tekrar gidilecek kadar güzel, sıcak ve büyüleyici bir şehir. Kâşiflerin çıktığı bu şehirde elbet sizin de kendi keşifleriniz olacaktır. Bize gün yetmedi diyebilirim. 1 hafta kalsam sıkılmam. Yapacak çok şey var. O zaman ne diyoruz? Tekrar buluşuncaya kadar hoşça kal Lizbon. Seni unutmayacağım