Anason değil anemon
Bahar halini teftiş etmek üzere önceki hafta Midilli’deydim. Uzonun (Yunan rakısı) başkenti Plomari’ye de uğradım. Yoldaki nisan manzaraları öylesine güzeldi ki, daha şehre varmadan başım dönmeye başlamış, iyiden iyiye sarhoş olmuştum.
Eski usül ağzı mantarlı, iki dublelik Plomari Uzosu’na ilk kez Rodos’ta rastlamıştım. Birkaç yıl önce, mimar dostum Yanni Maheridis ve Gökçeadalı doktor eşi Dina ile Rodos Limanı’ndaki bir balık restoranında, uzo üstüne konuşuyorduk. Tercihlerini sorduğumda Yanni garsonu çağırdı, sipariş verdi. Gelen şişeyi gururla açtı. “Uzonun en iyisi Midilli’de üretilir” dedi. Sonra lezzetin sırrını verdi: “Plomari’nin ortasından akan derenin kıyısındadır uzo fabrikaları. Olimpos Dağı’ndan gelen benzersiz suyu kullanırlar."
O günden sonra Plomari’yi merak ettim hep. Sonrasında adaya iki kez gittiğim halde, sapa yolu nedeniyle uzo şehrini görememiştim. Midilli’nin baharını, yaban otu kültürünü, mevsim yemeklerini merak edip önceki hafta yine düştüm yola. Fırsatı değerlendirip, Mitilini’den Plomari’ye günde üç sefer yapan belediye otobüsüne atladım.
YOLLAR DARACIK
Yol 47 kilometreydi. Fakat virajlı, iniş çıkışlı güzergah nedeniyle yolculuk 1,5 saati aşıyordu. Köyler bir yana, başkentin eski mahallelerinde bile sokaklar o kadar dardı ki, otobüsümüz adeta binaların tozunu alarak ilerliyor, her köşe başı şoför için bir akrobasi vesilesine dönüşüyordu. İstisnasız tüm kiliselerin önünden geçişimizde istavroz çıkaran, siyahlar içindeki dul kadınlar ve gözünü cep telefonu ekranından ayırmayan, asla dışarıya bakmayan liselilerle doluydu öğlen seferi. Şehrin arkasındaki dağı aştık, Gera Körfezi’ne doğru inmeye başladık. Pırıl pırıl güneşli bir bahar günüydü. Denizi andıran gümüşi yeşil zeytin bahçelerinin içinden geçiyorduk. Aşağıdaki çivit rengi körfez, bir nehir gibi 13 kilometre karaya doğru girmişti. Günlerce süren yağmurdoğayı öylesine yıkayıp temizlemişti ki, renkler polarize filtreden geçirilmişçesine parlaktı. Karşı kıyıya ulaşmamız 10 dakika sürdü. Sahildeki yarı yıkıntı halindeki fabrika hâlâ zeytin işliyordu.
Bir zamanlar Müslümanların yaşadığı Kato Tritos Köyü’ne 200-300 yıllık zeytinliklerin arasından girdik. Ağaçlar zümrüt yeşili çimler üstünde sergilenen görkemli heykeller gibiydi. Çıkışta körfezin batısındaki dik yamaçlara tırmanmaya başladık. 967 metrelik Olimpos Dağı’nın doğusundan kuzeyine geçiyorduk. Yükseldikçe körfezin panoramik görüntüsü güzelleşiyordu. Tehlikeli zigzaglar çizen yol ansızın, müthiş bir anemon bahçesine giriverdi. Keskin virajda yavaşlayan otobüsümüz, hayal bile edemeyeceğim bir doğanın içinden geçiyordu. Tam üç aydır Ayvalık çevresinde anemon fotoğrafları çekiyordum, böylesini hiç görmemiştim. Beş rengi bir aradaydı. Üstelik Roman orkideleri ve mor irislerle...
TÜRKLERE SATILIK
Sonraki 33 kilometrede bu kadar çok ve çeşitli anemonu bir arada görmedim. Plomari’ye vardığımda tek düşüncem ilk otobüsle bu güzelliğe dönmekti... Çirkin yapılaşmış bir sahil, restoran ve kafeler, yıkıntı halindeki iki büyük uzo fabrikası, yeni yapılmış marinadan başka bir şey yoktu ortalıkta... Oysa sahile çınar ağaçlarının gölgelediği güzel bir derenin kıyısından inmiştik. Yamaçlardaki her zeytin ağacı kehribar rengi taşlardan setlerle korumaya alınmıştı. Kıyıda Yunanistan’ın en güzel yedi plajından biriyle karşılaşmıştık. Sonrası hüsran olmuştu...
Dönüş otobüsüne iki saat vardı. Arka sokaklara doğru yürüdüğümde fikrim değişti. Geçmişin mimari dokusu korunmuştu. Meydandaki asırlık kahvenin masalarına kurulup etrafı seyreden turistleri, yaşlı çınar ağaçlarının gölgelediği tarihi çarşıyı geçtim. Öğle saatinde tüm dükkanlar kapanmıştı. Yanni’nin bahsettiği Sedundas deresine geldim. Yatağı betonlanmış, kenarına merdivenler yapılmıştı. Suyu çok azalsa da kristal berraklığında akıyordu.
Parke taşı kaplı daracık sokaklar parfüm sıkılmışçasına limon çiçeği kokuyordu. Asırlık, 2-3 katlı, cumbalı, ahşap panjurlu evlerin bahçelerindeki yetişkin narenciye ağaçları çiçek açmıştı. Geçmişteki zenginliği sergileyen zarif taş işlemeli yapıların çoğu boştu. O mutlu günleri hayal ettim, ıssız sokaklar zihnimde canlanıverdi...
Üç evden birinde emlakçı tabelası vardı. İşin tuhafı Yunanca’nın altında Türkçe ‘Satılık Ev’ yazıyordu tabelalarda. Çincesini görsem bu kadar şaşırmazdım! Osmanlı’ya karşı bağımsızlık hareketinin ideologlarından Lesvoslu Benjamin’in şehri şimdi Türklere kucak açmıştı. Satılık evlerden birinin kapısını çaldım, uzun zaman sonra açıldı. İçeriden Koreli bir kız çıktı. Aylığı 130 Euro’dan kiraladığı evde huzur içinde yaşadığını anlattı...
Arada motosiklet geçmese, boşaltılmış şehirde gezdiğimi düşünebilirdim. Sadece kumruların aşk şarkıları duyuluyordu. Dere boyunca yukarı yürüdüm. Bu bölümdeki birçok ev restore edilmişti. En güzel bina, haftada bir açılan kütüphaneye ayrılmıştı. Boyuna ikiye kesilmiş bir balıkçı kayığının asıldığı köprünün çevresindeki iki güzel restoran ve bir kafe yıl boyunca açıktı. Sahilden 800 metre sonra dere boyundaki yapılar bitti, bahçeler başladı. Arkada Olimpos Dağı’nın zirveleri görünüyordu.
Sahile dönüşte bir şeyler atıştırıp, kendimi otobüse attım. Meydandaki Benjamin büstü de o sırada dikkatimi çekti. Burnu, gözlüğü, kulağı kırılmıştı...
Kato Tritos’a yaklaşırken bir kez daha anemon şölenine tanık oldum. Üstelik günbatımına doğru renkler daha da güzelleşmişti. Ertesi gün taksiyle gelip, yaklaşık iki saat geçirdim bahçelerde. Şansıma hava bulutluydu, fotoğraflardan istediğim sonucu alamadım. Fakat Plomari sayesinde hayatım boyunca unutamayacağım bir gün daha yaşadım...
ZVİNYA, ZOHOS, HİNDİBA
Klantis Ayazoğlu, Sedundas deresinin kıyısındaki Hermes’in sahibi ve baş aşçısı. Üç yıl önce sahildeki restoranını gürültüden bunalıp buraya taşımış. Reçine şarabı eşliğinde bol peynirli salatamı yerken, eşi Marianti yaban otu dolu çantasıyla çıkageldi. Akşam mezeleri için hazırlığa başladı.Heyecanla koşup, torbadaki otları inceledim; adaya geliş nedenlerimden biri de karşı kıyıda rastlamadığım yenilebilir otları keşfetmekti.... Marianti’ye isimlerini sordum. Zohos, namı diğer eşek marulunun ismi bile aynıydı. Zvinya (yabani kuşkonmaz), hindibanın yanında pomari adlı ilk kez rastladığım bir ot gördüm. Süsengillerden bir çiçeğin saplarından da meze yapılıyordu. Hepsi buydu, heyecanlanacak bir şey yoktu...
ŞEHİR, TEMMUZDA UZO FESTİVALİYLE CANLANIYOR
19’uncu yüzyılın başında uzo ve sabun fabrikalarının kurulmasıyla büyük bir servete kavuşan Plomari, 20’nci yüzyılın ortasında fabrikaların Atina’ya taşınmasıyla sessizliğe bürünmüş. Bir zamanlar adanın üçüncü büyük şehriydi, şimdi 3 bin nüfuslu ıssız bir yerleşim. Temmuz ortasında, faaliyetini sürdüren beş damıtımevi bir haftalık Uzo Festivali’ni başlattığında ortalık canlanıyor. Bu fabrikalardan en ünlüsü Barbayani, bir uzo müzesi kurmuş. Benim tiryakisi olduğum uzonun fabrikası ise kentin girişine taşınmış. Hala Bay Isadoros Arvanitis’in 1894’te geliştirdiği gizli formül geçerli. İsmi üzümden gelme uzoya, anasonun yanı sıra sakız, rezene, tarçın, muskat koyuyor, mantarlı şişelere piyasaya sunuyorlar.