Ve bu çok hoşuma gitti. Demek güvenliği sevmiş diye düşündüm.
Bu düşüncelere bu kadar hızla ve doğal bir şekilde nasıl gelebildiğimi anlamanız için ben olmanız gerekir.
Hayatı fantastik bir kurgu gibi yaşıyorum.
Memnunum.
Değiştiremiyorum da zaten. Güvenliğe kalp bırakmak bana TikTok’ta emoji kalp bırakmaktan daha güzel geliyor ayrıca.
Neden sticker gibi kalpler taşımıyoruz ki?
Dijital dünyada, günde onlarca sağa sola saçtığımız şu kırmızı kalpten, gerçek hayatta da olsa.
Ceplerimizde taşısak.
Bu bebek hep ağlayacak, bu yara hep kanayacak, bu cümle hiç susmayacak.
Halbuki hepimiz çok iyi biliyoruz ki zaman, bol deterjanlı bir bulaşık süngeri gibi hepsini silip süpürüveriyor.
Tezgaha yeni şeyler koyuyor.
Kıpkırmızı bir elma, kırık bir bardak, sulanmak isteyen bir çiçek... Bu sefer de sen onları sonsuz sanıyorsun nedense.
Bu elma hep olacak hiç çürümeden, böyle duracak.
Hep bu kırık bardaktan içeceğim.
Çiçeğim hep sulanmak isteyecek.
Sonra bakıyorsun, onlar da silinip süpürülüyor.
Z kuşağına, onların diline, ihtiyaçlarına, dünyasına her gün uyumlanmaya çalışan bir 80’ler çocuğuyum.
Yeni çağların uçan taksisinde Sezen çalan bir taksi şoförü gibi düşünün beni.
Müşteriyi ve gittiği yerleri kapılardan anlamaya çalışıyorum ama hayat o kadar hızlı akıyor ki, artık akan hiçbir şeyin ona yetişmesine imkan yok.
Dün bir robotun baştan aşağı her şeyiyle bir şarkıyı yarım saatte bitirişini izledim.
Bunun yirmi dakikası bir insanın ona nasıl bir şarkı istediğini tarif etmesiyle geçti.
Ben yeni şarkımı kasımda yazdım, hâlâ içime sinen müzik miksinin gelmesini bekliyorum.
İçinden çıkılamaz havuz problemleri gibiyiz.
Dinlemiyormuşum. Doğrudur.
Sadece ben değil, pek çoğumuz kimseyi ve hiçbir şeyi dinlemiyoruz.
Dünya körler sağırlar birbirini ağırlar yeri.
İnsanlar genelde biri bir şey anlatırken, kendi sonra diyeceklerini kurgularmış.
Yani sürekli bir iç monolog kurbanıyız.
Herkese, her cümleye diyeceklerimiz hazır.
Ağızlar açıldığında, adeta sesi kısıp içeride söylenecek sözlerin paketini hazırlıyoruz.
“Bak Azi senin beş duyun var. Görme, duyma, tatma, dokunma ve koklama.
Bu duyularla içine aldıkların hep güzel, iyi ve sağlıklı olmalı. Gözünden içeri girenlerin güzel ve faydalı olması lazım.
Güzel filmler, güzel kitaplar, güzel nesneler, doğanın güzellikleri...Duyduklarımız güzel ve ilginç olmalı.
Güzel müzikler, güzel sözler, doğa sesleri, sessizlik...
Burnunun aldığı kokular doğal ve güzel olmalı.
Doğadaki kokular...
Güneşe şöyle kollarını gere gere uzanmak varken, bir telaş içindeyim hep.
Köklerinden emin, rüzgârlar, mevsimler, kuşlar, böcekler, mantarlar, yosunlar hepsinin iyi kötü misafirliğini gövdemle karşılayabilmeyi hatırladım.
Bir kiraz ağacının dalından, sürpriz bir çiçeğin birdenbire açıverişini gördüm.
Hani bazen güne öyle bir çiçek açıverir ya. Hem birdenbire olanı, hem de çok yavaşı gördüm.
Zaman her canlıya başka akıyor.
Mevsimlerle yaşamayı...
Zamanı ileri geri almaya çalışarak, ayarlarıyla oynamamak gerektiğini...
Bazen çırılçıplak üşümeyi ama baharını da içinde taşımayı gördüm.
Dağlar kadar emin.
Kuşlar gibi özgür.
O denizler kadar derin.
Var bir ben
Bahar gibi hep yüzüme gülen.
Ah! Kadın olmak güzel!
De ki her gün içinden: “Seviyorum beni ben!”
Kim bu insanlar?
Nasıllar?
Bize kendimizi nasıl hissettirirler?
Daha da önemlisi kendileri nasıl hislerdedir...
Neyi, kimi, neden severler?
Günlerini neye harcarlar, neye hayıflanırlar...
Neyin yokluğunu çekerler?
Zamanımızı birlikte geçirmeyi seçtiğimiz bu insanlar, bize bir ufuk çizer.