Güncelleme Tarihi:
Vatanın bölündüğünü görürken kalbim çırpınıyor
Yüzbaşı Yusuf Kenan Bey, 1912-1915 arasında Gelibolu Yarımadası’ndaki bütün savaşlarda görev aldı. Çanakkale’de Deniz Savaşlarının kazanılmasına şahitlik etti. İttifak Devletleri’nin 25 Nisan 1915’teki büyük çıkarmasında İkiz Koyu’nda şehit düşen Yüzbaşı’nın eşi Zehra Hanım’la mektuplaşmaları yüz yıl öncesinden bugüne ulaşan yankılar gibi. Bahçeşehir Üniversitesi’nden Fikret Yılmaz, bu benzersiz mektuplaşmayı gün ışığına çıkararak ‘Gelibolu Mektupları 1912-1915’ ismiyle kitaplaştırdı. Eser, Bahçeşehir Üniversitesi Gelibolu 100. Yıl Araştırma Merkezi’nin ilk yayını.
Zehra Hanım’dan Yusuf Kenan Bey’e mektuplardan parçalar
Ruhum, sevgili beyim,
Sıhhat ve afiyetinizin devamını şükrederek mütaala eyledim. Mevcut şartlar bir kere yoluna girse de, bizler de yuvalarımıza çekilsek Ya Rab!!! Sevgilim gine size sitem edeceğim. Mektuplarınız pek kayıtsızlıkla yazılıyor. Öyle bir tarzda yazıyorsunuz ki, ne diyeyim ancak tabur komutanına böyle yazılır. Bilmem ki size karşı nasıl yapayım da biraz kendime hissiyatınızı cezbedeyim. Gönderdiğim değersiz kağıtcağızım bilmem ki hangi setreniz veya köşecikte kalıyor ki doğruca cevap verilmiyor. Ve ne ise sevgilim, tabiatımı bilirsin ya! Arada böyle titizlik yapmasam, beni daha çok seveceksin ama… Huy can altındadır. Arada şu kadarcık bir sitem yazmaktan yaramaz kalemim sarf-ı nazar etmiyor.
Oh beyim haneciğimize ne zaman kavuşacağız? Halimiz neye varacak? Bazı günler oluyor ki dünya gözüme zindan oluyor. Aman Ya Rab, ne zaman bizde herkes gibi doya doya evimizde oturacağız? Her bir şeyden anlamaya başlamış olan Rüçhanımızı ne zaman ortamıza alıp gülüşeceğiz?
***********************************
Hakikatli Beyim, Efendim,
Hayli günlerdir afiyetinize dair mektubunuzu alamadığım için merak ve endişe etmekteyim. Rica ederim varakpareciğimin varmasıyla hemen afiyetinizi bildiriniz. Zira son derece üzülüyorum. (…) Bizler hamdolsun cümleten afiyetteyiz. Rüçhan gine sizi pek sayıklamaktadır. “Biz ne zaman Maydos’a gideceğiz” diyor. Müjgan ise tombul tombul bir çocuktur, arka üstü bırakılmıyor. Hemen dönüp, emekler gibi tavırlar gösteriyor. Hemen Cenab-ı Hak kısa zamanda kavuşmak nasip eylesin, amin!
(…) Hep sükut ediyorsunuz. Benim nasıl meraklı olduğumu öğrenmediniz ya, vallahi çileden çıkacağım. Yavrularıma baktıkça gayr-i ihtiyari ağlıyorum. Rüçhan “Ağlama anne beybabam mektup yazacak” diyor. Allah muhafaza buyursun inşallah bir rahatsızlığınız falan yoktur. Eğer şimdiye kadar gönderdiniz de geçmedi ise de bu mektubumu alınca hemen emin bir kimse ile iki satır afiyet haberinizi gönderiniz. Esasen mahzun olan gönlümü bu sebeple kırmayınız.
Yüzbaşı Yusuf Kenan’dan eşi Zehra Hanım’a mektuplardan parçalar
Ruhum,
Vatanımızın milletimizin geçirdiği şu felaket zamanı hangi mümini kederlendirmemiştir ki, ben de o milletin ferdi olduğum için bu büyük felakete iştirak etmeyeyim. Zehracığım ne yapayım? Vatanın bölündüğünü görürken, kalbim çırpınıyor, yüreğim tıpırdıyor. Zira saadet hali ile yaşamaklığımız ancak vatanın selametiyle kaim olacaktır.
(…)
Bugüne kadar size birkaç mektup gönderdim. Fakat zarflar açık olarak gittiği için bir şey yazılamıyordu. Buradan başka bir vasıta bulmak da zor olduğundan mecburen posta ile gönderiyorum. Bugün Çiftlik kuryesinden birisi bizim mevkiye gelmiş olduğundan fırsattan istifade alelacele kurşun kalemi ile yazıyorum.
Zehracığım, beni katiyen merak etmeyiniz. Allaha hamdolsun sıhhat ve afiyetteyim. Cenab-ı Haktan bir arzum varsa, o da senin mini mini yavrularımla beraber sıhhatte daim olmanızdır.
Bugüne kadar düşman çeşitli defalar boğaza denizden hücum ediyorsa da Allah’ın yardımıyla hiçbir başarı elde edememiştir. Ajansların ve gazetelerin batırılan zırhlılar hakkındaki malumatının hepsi doğrudur. Bunların doğruluğuna sizi ancak bizzat şahadetimle temin ederim. Vallahi bir tanesi batarken kendi gözümle gördüm. Ve hasara uğrayanların da diğer gemilerin yardımıyla boğazdan dışarı çekildiğini aynen müşahede eyledim. Bu haller Mart’ın beşinde (18 Mart) olmuş idi. Bugün düşman filosu boğaza taarruz edememektedir. Çünkü gerek Anadolu ve gerek Rumeli sahili kamilen yeni toplarla tahkim edilmiş olduğundan yakınlara yanaşamıyor, uzaktan boş bulduğu köylere beş on mermi atıp bakmaktan başka bir kârı olmadığına katiyyen inanınız. Birçok aydan beri devam eden savaşlarda da emin olunuz ki askerce olan telefat yirmiden fazla değildir. Bu size yalan gibi gelir ama bilirsiniz ki gerçeğin dışında hiçbir şey yazmam. İnşallah bu hainler yakında büsbütün mahvolacaklardır.
Türkiye, yanında olan için büyük bir servet
Araştırmacı yazar ve mimar Necati İnceoğlu’nun Remzi Kitabevi’nden çıkan ‘Siper Mektupları’ Çanakkale’deki deniz ve kara savaşlarını Türk ve yabancı askerlerin hatıraları üzerinden anlatıyor. Mektuplarda ve günlüklerden bugüne yansıyan satırlar, savaşı tüm çıplaklığıyla ve tarafsız şekilde özetliyor.
Topuyla uçan kuşu vurabilirdi
Fahri Bey çok kıymetli bir topçu idi. Hani kabil olsa koca topla bir kuşu bile vurabilirdi. Yanımıza geldi, “Dikkat hedef değiştiriyoruz çocuklar. Önümüzdeki sağdaki en yakın gemiye nişan al. Mesafe 9400 tahrip danesi. Hazırol!” “Hazır,” cevabı alınca: “Ateş!” kumandasını verdi. Dürbünümle bakıyorum. Mermilerimizin üçü bu gemiye yapıştı. İkisi güvertede patlayan mermilerimizden üçüncüsü arka bacaya isabet ederek devirdi. Beyaz bir duman çıkmaya başladı. Ben kendimi tutamadım. “Vurduk vurduk” diye bağırıyor, bir taraftan da “Yaz Ahmet Çavuş, 1+3 diye kaydet,” diyordum. Gemi olduğu yerde kaldı, etrafına küçük gemiler toplandı. (Tarassut Çavuşu Mehmet)
Her şey iki dakika sürdü
Sevgili Anneciğim, Babacığım, Sevgili Leila,
18 Mart’ın o denli ürkütücü yanları var ki korkarım bunları yansıtmak elimden gelmeyecek. Yine de elimden geleni yapmaya çalışacağım. Defterime şöyle notlar düşmüşüm:
9.15’te diğer gemilerle birlikte birinci filo gelip Çanakkale sularında ilerlemeye başladı. Nöbeti devralmak için Fransız gemilerini beklerken ilk trajik olay meydana geldi. Bouvet’nin sancak tarafına yattığı görüldü, ağır ağır alabora oldu. Süratle batarak gözden kayboldu. Saat 13.56’ydı, her şey iki dakika içinde olup bitti.
Leslie
Güzel ve mukaddes vazifem
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir (gururlu) şanlı Türk annesi, Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının gölgesinde otururken aldım… tekrar okudum, şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Oğlun Hasan Ethem, 17 Nisan 1915
Türkler bizim müttefikimiz olsaydı
(…) Her iki tarafın ölülerini gömebilmeleri için kısa süreli bir ateşkes yapıldığını işittim. Bu sırada iki tarafın askerleri siperlerin üzerine çıkmış, bu alışılmadık ortamda merakla birbirlerine bakıyorlar, görevliler de işlerini yapıyorlardı. Bir Türk askeri bizim siperlere yakın bir yerden, kendilerinin attıkları fakat kısa düşmüş ve patlamamış iki el bombasını aldı ve siperlerine döndü. Onu gözetlemekte olan subayı kendisini azarladı ve bombaların bizim bölgeden alındığını ve bizim askerlere verilmesi gerektiğini söyledi… Yemekte, “Türkler Almanların değil bizim müttefikimiz olacaktı” dedim. Bizim askerler ve onlarınkiler bu sabah birbirlerine öyle yakındılar ki, “Tanrım bunlar karşı karşıya değil yan yana olmalıydılar” dedim. Türkiye, yanında olan için büyük bir servet. Eğer bizim yanımızda olsalardı Almanya bir sene içinde çökerdi. Düşmanımız olarak savaşı ne kadar uzatacaklarını ise Tanrı bilir. (John Graham Gilliam)
İki düşman arkadaş
(…) Kendi yaramı, çekmekte olduğum acıyı unutmuştum. Bu insanlara yardım etmek istiyordum. Bizden ya da karşı taraftan oluşları artık önemli değildi. Yaralı bir subayın çantasında bulduğum elektrik fenerinin ışığında işe koyuldum. Bu sırada benim gibi bacağından yaralı bir Türk askeri yanıma geldi. İşbirliği yapmak istediğini anlatmak istiyordu. Hemen harekete geçtik. Bulabildiğimiz sargılarla beraber yaraları sarmaya, can çekişmekte olanların kurumuş dudaklarına, mataralarda kalmış suları damlatmaya başladık. Bu iş hayli sürmüştü, nihayet Türk arkadaşım da ben de dermansız düşmüştük. Oraya yığılıp kalmadan, kendimi bir sargı yerine kadar sürüklemek zorundaydım. İki düşman arkadaş, el sıkışarak ayrıldık… (L. H. Bartlett)
Bu savaşa değer miydi?
(…) Hâlâ Gelibolu’yu düşünüyorum. Bana savaş bütün bunlara değer miydi diye sorabilirsiniz. Beyaz haçlar altında yatan, Yeni Zelanda’nın yetiştirdiği en değerli evlatlar. Buna değer miydi? Bana sorabilirsiniz. Hayır, hayır değmezdi… (Tony Fagan)
Son uykuya dalarken
(…) Her zaman ölmek üzere olanlar için kazılmış, hazır iki mezar bulunurdu. Çoğu zaman günlük işlerimden alınır, siperlerden getirilirken yolda ölmüş bir zavallının gömülmesine yardım ederdim. Bu sade gömme işlerinin anlatılamaz duygulu ve hüzünlü bir yanı vardı. Sedye üzerine uzatılmış cesedin öldürücü yarasından akan kan; üzerinde, içinde savaştığı, yediği, uyuduğu ve şimdi son uykusuna daldığı toprağa bulanmış, parçalanmış üniforması. Memleketindeki son resmi geçitte kim bilir ne kadar gösterişliydi, şöminenin üzerinde o anın bir fotoğrafı olmalı. Ve şimdi bitmiş tükenmiş, tanınamaz gövdesi üzerinde kavuşturulmuş elleri. Belki o anda sevgili annesi, karısı veya sevgilisi onun Gelibolu’ya gidişini anlatıyor. Gene de bunlar başlarında söylenen umut sözcükleriyle bir Hıristiyan gibi gömülenler; bir de düştükleri yerde, çalıların dibinde, güneş altında kalan yüzlercesi var. (Harold Thomas)