Güncelleme Tarihi:
Roman, siyasi nedenlerle suikast sonucu öldürülmüş şair bir babanın kızı Gazel’in, Amerika’daki eğitimini tamamlayarak ülkesine dönüş yolculuğuyla başlıyor. Aslında kahramanın içsel yolculuğuna ortak ediyor okurunu. Köklü bir ailenin gizemli hikâyelerinin, anılar ve çağrışımlarının peşine düşürüyor. Ölümler ve cinayetlerle Amerika’daki ev arkadaşı Filistinli Asma’nın kaderine/kederine ortak ederken, romanı okuma sürecinde aklımda Tezer Özlü’nün o cümlesi durmaksızın yankılanıyor: “Temmuz sıcağı en çok ölüme benziyor.” Sevgili Eren Aysan kitabına, yaşamın gerçeklerine, duygulara ve kurmacanın sınırlarına ilişkin sorularımı Ankara Hürriyet okurları için yanıtlıyor…
“2 Temmuz, bir çocuğun kalbinde onulmaz yaralar açtı”
-Cemal Süreya ödülü almış bir şiir kitabınız var, bir de roman yazdınız. Madımak katliamında kaybettiğimiz, Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden, şair bir babanın, Behçet Aysan’ın yazar kızısınız. “Derken karanfil elden ele” ulaşmış, ne dersiniz?
Kendimi şair ya da yazar olarak tanımlamakta zorluk çekiyorum. Belki de bu nedenle, yazmayı tanrısal bir kudret olarak görenlerle arama hep mesafe koydum. Şair ya da yazar olmak için kolları sıvayıp yola çıkanlardan değilim. Babamın öldürülüşünden sonra hayatın dayatması sonucu yazıp yazdıklarımı da öncelikli olarak dostlarımla paylaşan gafillerden biriyim. Sonuçta yazı yazılıp hayat da yaşanıp biter. Öte yandan şunun bilincindeyim: Çözüm bizim kuşak için yitirilmiş bir kavram. Hatta “dert” sözcüğü hayatın içinde olağan bir alışkanlıktan ibaret. Yazarken elimden tutan yakarış bu... Sınırlarını çizemediğim yahut tanımlayamadığım sorunlarımla vicdanımın akıl almaz haykırışı nedeniyle yazıyorum.
-Ortada toplumsal bir travma var ve kitapta babası öldürülmüş bir çocuğun, Gazel’in trajik öyküsünü anlatmışsınız. Bu roman kendini mi yazdırdı ya da hayata/yazmaya dair sorularınız, -neden?’leriniz “Gece Uyurken”de mi karşılığını buldu, -bulabildi mi?
Ne yazık ki bizim gibi ülkelerin tarih sayfalarında aydınların nasıl hunharca yok edildiği yazar. Babam da, “Sesler ve Küller” kitabını “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere” adamıştı. Kendisinin de aynı acılar ve kıyımlar yolunda gittiğini görmek bu ülkenin kaderinin hiç değişmeyeceğini düşündürüyor bana. En azından babam hayattayken Walter Benjamin’in, “umut için tasarlanan her şey umutsuzlar adınadır” sözüne dair bir gelecek planım vardı. Ancak umut için hayata ilişkin özel kuralların az da olsa belirgin olması gerekir. 2 Temmuz 93 günü on altı yaşındaki bir çocuğun kalbinde onulmaz yaralar açtı, kafasında da birçok soru işareti bıraktı. Bugün hâlâ o sorular geçerliliğini koruyor. Başta da “Biz bu ülkeye bütün bunları hak edecek ne yaptık?” sorusu geliyor. Belki de bu sorunun yanıtını yaşamım boyunca aradığım için “Gece Uyurken”i yazmak istedim.
“Acılar asla zamanaşımıyla tükenmez”
-“Biz hiçbir zaman kahraman babalar istemedik, istedik ki devlet kahraman olsun ve sanatçılarını korusun.” demiştiniz bir söyleşinizde. Burada sözü edilen “Biz” kimi ifade ediyor? Romanı yazdıran temel unsurlar, aslında bu noktadan hareketle mi çıktı?
Tam da dediğiniz gibi… 2009 yılında, yine yaşamının önü siyasi bir cinayetle kesilmiş Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu aracılığıyla bir oluşum kurduk: Toplumsal Bellek Platformu. Platform, bu ülkede öldürülen yirmi sekiz simge ismin ailesinden oluşuyor. Bir aradalığımız benzer hukuk süreçlerini, aynı acıları yaşadığımız ailelerin ortaklığını gösterdi. Böylece, ne kadar kalabalık bir “biz” olduğumuzu bir kere daha gördüm. Üstelik yaşamımın en anlamlı birlikteliği olduğunu düşünüyorum platformun... Şu bir gerçek ki, Türkiye’de hukuk siyasi cinayetlerle ilgili davalarda hep aynı sonuca doğru evriliyor. Ve her defasında bu canım güzel ülke geleceğini yitiriyor. Çünkü bu davaların birçoğunun soruşturma ve kovuşturması yıllarca sürdü, cinayetlerin temelindeki ilişkiler hiçbir şekilde aydınlatılmadı. Anayasanın dahi üzerinde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi defalarca ihlal edildi ve edilmekte. Bir ülke düşünün, siyasi nedenlerle cinayetler ardı ardına yaşansın, devlet üzerine düşen görevi yerine getirmesin! Hatta katiller beraat ettirilsin, cezaları özendirici şekilde azaltılsın! Bu kadarla da kalmayıp o katillere pasaportlar, ehliyetler, evlilik cüzdanları verilsin! O zaman soruyorum: Adalete hesap vermesi gereken yalnız tetikçiler mi, yoksa bütün bu yaşadığımız sürecin sorumluları mı? Şu bir gerçek ki Sabahattin Ali cinayetinden beri ezber ettiğimiz bir durumla sürekli karşı karşıyayız. Yıllardır ayrı ayrı adalet arayışımızı sürdürüyor, yeri geldiğinde yüreğimizdeki korla ayakta dimdik durmaya çalışıyoruz. Bunun için birbirimize tutunuyor, bir daha aynı acıların yaşanmaması için çaba harcıyoruz.
-Kitapta zemberek, saat, takvim ve kronometre ile zamana vurgu yapılıyor; zaman kâh hükümran oluyor kâh mavi benekli kelebek kanatları. Babalarınıza ait davaların birçoğu yıllarca sürdü; bu kavramlarla “zamanaşımı”nı mı imlemek istediniz? Peki, siz zamanın neresinde duruyorsunuz?
Bazı saatler vardır, bir kenarda unutulur. Adeta zamanı unutturmak üzere tasarlanmış gibidir. Heidegger’in sözü hep bu derin paradoksu yaşatır insana: “Saat, zamanın yenilgisidir.” Ben de, babam öldürüldüğünde, yaşım gereği zaman ve saat ayrımının ince sınırlarla çizilmiş olduğunu bilmiyordum. O sıralar, Aristo’dan Heidegger’e kadar birçok filozofun, günün akışı içinde zamanı tartışırken, zaman ve saat arasında mutlak bir ayrım olduğu düşüncesini de bilmiyordum. Zaman bölünmez anları birleştiren bir çizgidir kuşkusuz. Anlar ise yaşamı duyumsatır insanlara… Saat ise yalnızca bir ölçü bilimdir. Süre sözcüğü, akış, akım gibi sıvı bir şeyi çağrıştırdığından zamanın ölçülebilirliğinden kurtulmamızı sağlar aslında. Bunun arkasında zamanın statik, saatin ise eylemsel olması yatar. Bunun için insan farkında olmasa da, zaman onun hükümdarıdır. Çünkü zamanın bitimi ölümü duyumsatır insana. Gazel roman boyunca zaman olgusunu bir yandan da sorguluyor. Bunun için de ara bölümlere ihtiyaç duydum. Bir de şu var: Ölümün var olduğu düşüncesi ise yaşamın tekinsizliğini dayatır sürekli… Sanırım çocuk yaşta ölümün hayatın içinde bu kadar yer aldığını görenler zaman duygusunu bir süre sonra yitiriyorlar. Çünkü zamanın tedavi etmediğinin farkındalar. Hele mahkeme süreçlerini düşününce… Soruşturma süreçlerinde aldığımız yanıtlar, yüzlerimize kapanan kapılar, sürgün edilmeler, işsiz bırakılmalar, mahkemelerde tartaklanmalar, itilip kakılmalar… Yaşamın sıradan parçası oldu her biri… Bütün bunların sonunda da, aynı filmi birlikte yaşamış olmanın çaresizliğiyle kalakaldık. Çünkü siyasi cinayetlerde babalarını, eşlerini, çocuklarını kaybedenlerin yakınları hukuki olarak aynı sonuca doğru evrilir. Kaçınılmaz bir alınyazısı gibidir o… Zamanaşımı… Ve acılar asla zamanaşımıyla tükenmez.
“Yalnız, kırık, dökük, endişeli ve telaşlıyım artık”
-Roman toplumsal olayların üzerinde yükselse de, kurmacada işlevi büyük olan “Cüce” karakteri, büyülü gerçekliğin sınırlarında dolaştırıyor okuru; masal, mani, rüya, mektup ve şiirin de kapısını aralıyor. Nasıl oluyor da bir kurmaca bizi edebiyatın/hayatın gerçekliğine bu kadar yaklaştırıyor?
Aslında Sabahattin Ali cinayetinden beri önümüze özellikle çıkartılan çelişkiler yumağıyla sürekli karşı karşıyayız. Ezber edilmiş bir hikâyenin içinde sürükleniyoruz, hatta debeleniyoruz adeta. Öte yandan roman kurmacayı dayatır. Gazel’le aramızdaki en büyük fark onun yaratılan bir kahraman olması. Ama Gazel’in serüveninden yola çıkarak ortak acıların gölgesine okuru çekmek istediğimi söyleyebilirim. Cüce’ye gelince o romanda kurmacayı güçlendiren, olayları bağlayan bir zamk adeta.
-Roman Asma’nın mektubuyla bitiyor ve Roberto, Gazel’e “Bir gün dirileceğiz değil mi? Ölülerimizin fotoğraflarını taşıyacağız, binlerce insanla…” diyor. Gazel’e umut aşılıyorlar. Çünkü uykuya daldıklarında dünyanın bir yerlerine ateş düşecek, insanlar yine ağlayacak. Bugün “umut” sizin için ne ifade ediyor, hâlâ “gizli bahçelerde açan çiçekler” var mı?
Tam tersine, yalnız, kırık, dökük, endişeli ve telaşlıyım artık. Toplumsal Bellek Platformunun son üyesi Hrant Dink’ti. Ailenin yaşadığı hukuksuzluklarla kendi yaşadıklarımızın aynılığını göstermek için Dink davasına gitmiş, bir basın açıklamasında bulunmuştuk. Geniş ailemize yenilerinin eklenmesinden korkuyorduk. Ne yazık ki, yaşadığımız süreç bizleri haklı çıkardı. Gencecik yüzler, çocuklar düştü toprağa. Ardından ölümlerin ardından olmadık hakaretleri duyduk, devletin en yüksek noktalarındaki kişiler tarafından. Benimkisi umudu kollayan, umutsuzca bir beklentidir artık. Öte yandan, bir yerlerde çıkış yolu olduğuna inanmak için kendimi zorluyorum.
“Ankara, yaşadığım ama nefessiz kaldığım bir kent”
-“Her yaşamın uzun bir gecesi var mıdır; kâbusun gerçeğe aktığı gece…” diyorsunuz. Ülkemizin yazgısında yaşananlardan, yaşadıklarınızdan sonra hissedilen duygunun adı nedir; öfke, çaresizlik, yenilgi, nefret, kararlılık, direnç, erdem..?
Bu ülkede haysiyet sözcüğü özellikle toplumsal olaylarda ve siyasi saikle işlenen cinayetlerde neden bir sistemli mazoşizm pratiğine dönüşüyor? Neden her defasında uzaylıların bile şaşkınlıktan küçük dilini yutacağı açıklamalar karşısında, acıdan ezilen taraf neden biz oluyoruz? Neden bir katliam katillerle mağdurları yan yana getirerek küçültülmeye, aşağılanmaya ve hatta yok sayılmaya çalışılıyor? Neden “öldürülenler masum muydu acaba?” yargısı sürekli olarak inceden inceye işleniyor? Dahası kimi yayın organlarında, kanıtı olmayan kimi haberler tezgâh altından yayılmaya çalışılıyor? Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti çünkü… Linç kültürünün doğu toplumlarında nereye kadar uzanabileceğini görmezden hiçbir zaman gelemedim. Hindistan’da elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği, sonra ölüsünü bir ağaca astığı on üçünde, on dördünde genç kızları hatırlar mısınız? O kızlara “namussuz” diye saldıranların sizce duygusu nedir? Kendi ülkesinde peki, şairini, yazarını yakan zihniyeti korumaya çalışanların sizce duygusu nedir?
-Romanda mekân olarak pek çok şehrin adı geçse de siz Ankara’da karar kılmış gibisiniz. Müdavimlerini daha çok üniversite öğrencilerinin, akademisyenlerin, gazetecilerin, yazar ve çizerlerin oluşturduğu, 70’lerin Ankara’sının o ünlü, en özel buluşma mekânı Piknik’ten bahsediyorsunuz. Bugünün Ankara’sının sisli yaşamı için neler söylersiniz?
Şöyle özetleyebilirim… Benim için Ankara karaya oturmuş bir gemi oldu artık. Romanı kaleme aldığım dönemde yitirdiklerim oldu. Biri Ahmet Erhan'dı. Diğeri Adnan Azar. Erhan Abi, on yıl kadar önce terk etmişti anakarasını. Onun ardından anılarıyla yaşadık. Adnan Abi ise son nefesine kadar bu kentten vazgeçemedi. Ankara'yı böylece tamamıyla yitirdim sanki. Yaşadığım ama nefessiz kaldığım bir kent. Galiba sadece anılarımla güzel.