Güncelleme Tarihi:
İnegöl doğumlu; öykülerden kırptığı gemilerini Ankara’ya bağlamış, bu kente demir atmış bir yazar Cemil Kavukçu. Edebiyatımıza kazandırdığı çok sayıda eseriyle Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü ve Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. Can Yayınları tarafından basılan son kitabı “Maviye Boyanmış Sular”da (Temmuz 2016) değişik zamanlarda yazılmış deniz öykülerini bir araya getirdi. Gemide çalıştığı yılların ardından, denizde geçen on beş yılın ürünü on üç öyküyü okurları ile yeniden buluşturan Kavukçu’ya göre “Denizde hayata çok başka bir pencereden bakılıyor.” Bu nedenle denizcilerin şakaları da ağır oluyor, çünkü “Deniz, denize dayanabilenlerin işidir.” Kavukçu, yalnızca yazmıyor, öykünün arka bahçesinde yeni öykücülerin yetişmesine de katkı sağlıyor. Cemil Kavukçu ile öyküyü, denizi, ilkgençliğinin kasabasından kalan görüntüleri, doğanın ve kentlerin biçimlendirdiği insanı konuştuk.
* Yazar, okuruyla sıcak bir ilişki kurabilmek için uzak yaşamlara bakmadan önce kendi yaşam alanlarından mı başlamalı yazmaya; siz ilk öykülerinizi böyle bir bilinçle mi yazdınız?
Hayal gücü ve deneyim kadar gözlem de önemlidir bir yazar için; en iyi gözlemlerini de kendi yaşam alanlarında yapar. Tanıdığı, bildiği kişiler, onların davranışları, konuşma biçimleri, yaşama bakışları, yazarın yaratacağı kurgu kişileri için zengin olanaklar sunar. Öykü kişilerimin bire bir karşılıkları yoktur. Onların gerçek yaşamda da karşımıza çıkabilecekmiş gibi algılanmasına özen gösterdim. Yalnızca başka romanlardan ya da filmlerden tanıdığım, örneğin toprak ağası ya da mafya babası gibi tipleri yazmayı hiçbir zaman düşünmedim.
* Yazınsal metinler üzerinde kaleminizi denediğiniz dönemlerde, öyküye mesafeli durduğunuzdan söz ediyorsunuz. Öykü size neden ‘yarım kalmış romanlar’ gibi geliyordu?
Bu mesafe, gençlik yıllarımda öyküyü bilmemenin bir saplantısıydı. Romanların akıp giden olay örgüsü çekerdi beni. Başlar, gelişir, tempo iyice yükselir ve biterdi. Öykü öyle değildi, bir yerden başlamıyordu da, sürüp gidenin içine giriveriyordunuz. Öncesini sizin tasarlamanız gerekiyordu. Kesin bir sonuca bağlanmadan da bir yerde bitiveriyordu. Aslında bitmiyordu, yazar ‘benim söyleyeceğim bu kadar’ deyip kesiyordu. Gerisi size kalıyordu. Romana göre daha fazla okur çabası gerektiren bu türü tanımam biraz geç oldu. Böylesi büyülü bir dünyayı geç tanıdığım için hayıflandım.
* “Öyküyü kediye benzetiyorum. Öykü yazmaya çabalamak kediden tırmık yemeye benzer” tanımınızı çok sevdim. Buradan, öykünün etki gücünü kuvvetlendirmek amaçlı özel bir çabanız olmadığını anlıyorum. Bunu biraz açar mısınız?
Öyküyü aramıyor ve peşinden koşmuyorum. Çevremde olup bitenlere öykü malzemesi gözüyle bakmıyorum. Çünkü geçmişteki deneyimlerim onu arayarak bulamayacağımı gösterdi bana. Bulduğumu sandığım anda hep elimden kaçırdım. Kedi de öyle değil midir, kendisini sevdirmek istediği zaman yanınıza sokulur. O böyle bir şeye hazır değilse, siz sevmeye kalktığınızda tırmalayıverir. Aramızda gizli bir anlaşma varmışçasına öykünün gelmesini bekliyorum. Bir görüntünün, bir yüzün, rüyanın, sesin, dinlediğim müziğin, izlediğim filmdeki bir sahnenin bana çağrıştırdığı başka bir sahnenin ona ait olduğunu hissediyor ve not ediyorum. Henüz ortada bir öykü olmadığı halde o dünyaya adım attığımı biliyorum. Bütün bu notların bir araya gelmesiyle başını ve sonunu bilmediğim bir öykü örülmeye başlıyor. Yani, varış noktası belirsiz müthiş bir yolculuk. Elimdeki malzeme belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra kurgu devreye giriyor. En mutlu ânı ise final cümlesini bulduğumda yaşıyorum.
YAŞADIKLARIMI YAZMIYORUM
* Deniz öyküleriyle örülmüş “Maviye Boyanmış Sular”ın önsözünde; gemide çalıştığınız yıllarda, denizle ilgili öykü yazmadığınızı belirtmişsiniz. Yaşadığınız atmosferin dışına çıktığınızda, birikimler çökeldiğinde mi ortaya çıkıyor öykü?
Gemide çalıştığım dönemde yazsaydım onlar ancak ‘gemi güncesi’ olurdu. Günlük tutamadığım için böyle bir girişimde de bulunmadım. O an için önemliymiş gibi gelen bir olay ya da durum, zaman içinde anlamını yitirebiliyor. Güncelde kalıcı olanı bulmanız için yaşananların üzerinden belli bir sürenin geçmesi gerekiyor. Sonuçta yaşanmışlık önemli bir yer tutuyor öykülerimde ama ben yaşadıklarımı yazmıyorum. Öykülerimin sahici ve içtenlikli olması için yaşananlar ve tanıdığım kişiler yazarken rehberim oluyor.
* “Bir yolculuktur öykü yazmak. Onu bir yere bağlarım sonunda” ifadesinde bile deniz izleği seziyorum; bir teknenin karaya bağlanması gibi. Denizle olan ilişkiniz yaşamınızda ne kadar yer etti, ediyor?
Deniz benim için serüvenlere ve dönüşü olmayan yolculuklara açık, ürkütücü, uzak bir ülkeydi önceleri. Daha sonra onu yakından tanıma olanağım oldu ve bu ilişki on beş yıl sürdü. Bu da az bir zaman değil. Yaşamımda böyle bir deneyim olmasaydı deniz öykülerini yazamazdım. Yazmak için ille onu yaşamak gerekir diye bir sonuç çıkmasın. Denizle bir gemi yolcusundan öte yakınlık kurunca, sükûnetini ve öfkesini görünce, gemi adamlarının renkli dünyasını tanıyınca benim için yeni bir pencere açılmış oldu.
* Kitabın ilk ve en çarpıcı öyküsü “Gemide”de insanın yalnızlığı, çaresizliği, korkuları resmedilmiş. Burada gemi, bir metafor mu? Ranza, elleri/gözleri bağlı karakter, karanlık, göze tutulan fenerin ışığı... Alt metinde sorgu altındaki bir tutukluyu çağrıştırıyor sanki.
Gemide öyküsünü, 12 Eylül askeri darbesi sonrası, kimsenin kendini güvende hissetmediği, toplumun korkuyla sindirilmeye çalışıldığı ürkütücü ve tekinsiz dönemde yazdım. Evet, gemi bir metafor. Birçok insan günü nerede ve nasıl karşılayacağını bilmeden, onun tedirginliğiyle giriyordu yatağına. Gecenin bir vakti, sabaha karşı her an kapınız yumruklanarak çalınabilir ve siz o anda bambaşka bir yere savrulabilirdiniz. Öykü kişisi de yüzmeyen/yüzemeyen bir geminin kamarasında açıyor gözlerini.
* Bu öyküde çaresizlik ve şiir yan yana duruyor. Sessizlikten, kendi yalnızlığının sesinden korkan öykü karakteri yüksek sesle şiir okuyor, ona sığınıyor. Böyle zamanlarda edebiyat çare/merhem olur mu insana?
Öykü kişisinin içinde bulunduğu belirsiz ve ürpertici ortamda korkusunu yenmek, kendi kendini cesaretlendirmek için yüksek sesle şiir okuduğunu düşünerek yazdım. Çocukken duymuştum, gece mezarlığın yakınından geçenler korktuklarını belli etmemek için bağıra bağıra türkü söylerlermiş. Onun gibi bir şey. Ama yaşam enerjisinin düştüğü geniş zamanlarda, insan umarsızlık ve karamsarlığa kapıldığında edebiyat, içindeki karanlığı çekip alan merhem olabiliyor.
* Öykülerinizde doğa; dağlar, ormanlık alanlar, su kenarları ön planda. Örneğin, denizdeki mutlak yalnızlık duygusu, geminin yüzen bir hapishane/kafes oluşuyla ilişkilendirilmiş. Doğayla dövüşmek, insana kendisiyle olan mücadelesini unutturur mu, bu onu ne kadar dönüştürür, gerçeklik duygusunu yitirmesine sebep midir?
Sorunuzu sondan başlayarak yanıtlayayım, ben doğayla dövüşmek değil, onu okuyabilmek, bilgeliğinden yararlanabilmekten yanayım. Gerçeklik duygusu en somut biçimiyle doğada karşımıza çıkıyor. Gençlik yıllarımda, yaz aylarında arkadaşlarımla ormanlık alanlarda kamp kurardık. Uludağ’ın eteklerindeki köylere uzun yürüyüşler düzenlerdik. Günlerce süren bisiklet turlarına çıkardık. Kendimle iyi geçinebiliyorsam bunu doğayla yakınlaşmama bağlıyorum. Hâlâ yürüyorum ve özellikle sabahın erken saatlerindeki yürüyüşlerimde birçok öykü uçuşuyor kafamda. Denizde bir geminin içinde olmak ve günlerce karaya ayak basamamak ise farklı bir şey. Denizin ortasında olmanıza ve sürekli yol almanıza karşın kendinizi tutsakmış gibi hissediyorsunuz.
YAZMASAK DA ANLATMAYI SEVİYORUZ
* Samimi, gerçekçi, canlı, yalın ve sahici öyküleriniz var. Aynı karakterler, farklı öykülerde karşımıza çıksa da, anlatıcının kimliğini bilmiyoruz. Öyküler gücünü, anlatıcı kişinin gözlemleyen olarak kenarda durmasından mı alıyor? Ya da kurgudaki ben anlatıcı, öyküyü güçlendiren bir unsur mu?
Her ikisi de geçerli. Yazarın gölgesinin bile öyküde görünmemesi gerektiğini Çehov’un öykülerinden öğrendim. Yazarın araya girmesi, yarattığı kişileri kendi hallerine bırakmayıp onlara karışması, yorum yapması okura güvenmemesinden kaynaklanıyor bence. O zaman da sahicilik zedeleniyor. ‘Ben’ anlatım da öyküyü güçlendiren bir unsur. Yazsak da yazmasak da hepimizin hikâyeleri var. Onları anlatmayı seviyoruz. Ben anlatıcının bir katkısı da şu; öyküyü okurken, aynı zamanda o kişi karşınızdaymış da olanları bize anlatıyormuş etkisi yaratıyor. Bu da sahiciliği artıran bir unsur.
KASABALAR KENT KOPYASI
* Bildiğiniz dünyanın insanını çok iyi çözümlüyor, kasaba/taşra insanının dural yaşantısına ışık tutuyorsunuz. Kaçıp kurtulmak ve özlemek arasında sıkışıp kalmış bireyin sancıları mıdır, onu bir öykü konusu yapan?
Hoşlanmadığınız bir ortamdan kurtulmak ya da size zarar verdiğini düşündüğünüz yaşam biçiminizi değiştirmek istiyorsanız, bunda kararlıysanız harekete geçersiniz ve engelleri aşmak için mücadele edersiniz. Öykülerimde ele aldığım insanların çoğu kuşatılmış bir yaşamın içinde olduklarının farkında bile değiller. Neden bunaldıklarını sorgulamayıp onlardan kaçmayı tercih ediyorlar. Yol arkadaşı olarak alkolü seçmeleri de boşuna değil. Tanıdığım, yeteneklerinin ve güçlerinin farkında olmayan birçok insanın yaşamlarını ziyan etmesi beni derinden etkiledi.
* Bireyin ve mekânların kabuk değiştirdiğine vurgu yapıyorsunuz. Kavaklar, yoncalıklar, ayçiçekleri yerine apartmanlar... Başta Ankara olmak üzere kentlerin ve kasabaların değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yıllar içinde her şey değişti, değişiyor ve değişecek; bu kaçınılmaz. Beni üzen, çevre ve doğa bilinci olmaksızın bu değişimin bir talan biçiminde olması. Birçok kentin mimari dokusu kalmadı, kasabalar birbirine benzeyerek, birer kent kopyası gibi büyüdü. Her yer birbirinin aynı. Yetmişli yılların başında İnegöl’ün nüfusu yirmi binlerken şimdi iki yüz elli bine ulaştı. Balık avladığımız derelerinde, artık hiçbir canlının yaşamadığı sanayi artıkları akıyor. Bazıları ise kuruyup gitti. Kasaba kabuk değiştirirken anılarımın olduğu yerler de birer birer yok edildi. Ben öykülerimde biraz da kasabanın bende kalan eski görüntüsünü sözcüklerle çizmeye çalıştım.