Türkiye'nin en iyi okuru Ankara'da

Güncelleme Tarihi:

Türkiyenin en iyi okuru Ankarada
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 29, 2014 01:00

“Bütün listelere, en çok satanlara bakın Ankara’da ne kadar düzgün bir edebiyat okunduğunu görebilirsiniz. Ankaralı kitabı bilir. Kitabı bildiği için de Türkiye’nin en büyük, kapsamlı kitap satan kitabevleri Ankara’dadır.”

Haberin Devamı

Ağustos konuğumuz “Yaşamı okumak gerekir, kitabı yaşatmak” ilkesini benimsemiş Bencekitap Yayınları’nın sahibi Ceyda Pırıl Köstem. Türkiye’nin nadir kadın yayıncılarından biri. Mesleği olan diş hekimliğinden vaz geçerek yayıncılık sektöründe markalaşmayı hedeflemiş. Bencekitap olarak 7, Mevsimsiz’den bugüne ise 12-13 yıldır tecrübe ettiği sektöre ilişkin; “Eleştiri hakkım var mı ve yayınlanır mı?” sorusuyla röportaja başlayacak kadar kendine güvenli. Gerisini kendisinden dinleyelim...

-Eğitimini aldığınız diş hekimliğini sürdürmek yerine, gönlünü edebiyata kaptırmış birisi olarak, yazın yolculuğunda yer almak hep aklınızda olan bir düşünce miydi?
- Hayır, hiç hayalimde değildi. Ben bir diş hekimiyim. Şimdi yaptığım iş gibi diş hekimliğinde de insanlarla birebir ilişki kuruyordum. Bu ilişkide sağlık değil de maddiyatın ön planda olduğunu görünce, açıkçası mesleğimden soğudum. Edebiyatın içindeydim ama bir edebiyatçıydım diyemem. Çünkü yazmıyordum. Çocukluğumdan beri çok iyi bir okurum. Sonradan kendimce eleştiri yazıları yazmaya başladım; yazılarım da yayınlanmaya başladı. Boşalmış muayenehanede günlerimi geçirip yaşantımı değiştirecek kararı verdim. Çok radikal bir karardı; yayıncı olacaktım. Matbaacılarla, İstanbul’daki dağıtımcılarla görüştüm. Her zaman yanımda oldular, müthiş destek verdiler. Kazıyarak bu işi öğrendim diyebilirim. Kitaba hâkim olduğum, içeriğini iyi bildiğim için yapılan tasarımlar beni doyurmuyordu. Tasarım eğitimi aldım. Sonra kapakları da ben yapmaya başladım. Dizgiyi öğrendim. En başından itibaren kitabın her türlü aşamasında bulundum. Çok küçük başladık, çok iddialı başlamadık ama o zamanki yayınevimizden (“Mevsimsiz”) çok güzel kitaplar çıkardık.

CİDDİ BİR YAYIN KİRLİLİĞİ VAR

-Yayıncılığınızda özellikle genç yazarları ve ilk kitapları önceliğinize alıyor, “ilk kitapların sonuna kadar arkasındayım” diyorsunuz. Bu hassasiyetin özel bir nedeni var mı, ilk kitap basmanın zorlukları nedir bir yayınevi için?
- Sondan başlayayım; ilk kitap basmanın yayınevinden çok yazar için zorlukları var. Yayınevi onun arkasında durduysa, bir şeyleri göze almıştır. Çünkü Türkiye’de artık her şey yazmak üzerine… Ben yazıyorum, üretiyorum ama o sırada okumuyorum, hatta hiçbir şey yapmıyorum durumundayız. Gerçekten bilinçli, içine sindirmiş ve bunu yazınıyla ortaya koyan insanların her zaman arkasında olmak gerektiğine inanıyorum. Fakat çok ciddi bir yayın kirliliği var. Gerçekten parlayacak olan insanlar, o bulanıklıkta yok olup gidiyor. İlk kitap, bence yazarın bu piyasada (piyasa kavramını kullanmaktan çok da hoşlanmadığını belirtiyor) kendini göstermesi açısından birlikte yürüyebileceği bir yayınevinden çıkmalı. Yayınevleri bir yerden sonra yazarla ilişkiyi kopartır. Çünkü artık yazar değil, kitabıdır onun için önemli olan. Benim derdim yazarın o yolu yayınevi ile birlikte kat etmesi. Başarısız olabilir; ilk kitaplar çok sorunludur. Bir dağıtımcıya gittiğinizde o ismi hiç duymadıysa “satmaz, bunu önceleyemeyiz” der. Biz bir anlamda kitabı gerçek okura başka ne şekilde ulaştırabiliriz derdindeyiz.
Unutturulamayan Şairler

-“Unutturulamayan Şairler” dizisinin yanı sıra, bu yıl dördüncüsü düzenlenen Turgut Uyar Şiir Ödülleri’nde dereceye giren ilk üç dosyayı da kitaplaştırıyorsunuz. Yayıncılık misyonunuzda şiirin neden bu denli önemli/öncelikli bir yeri var?
- Aslında bu serinin ismi olan “Unutturulamayan Şairler”de bile var bu sorunun cevabı. Çünkü zorla unutturulmaya yönlendirilmiş bir halkız biz. Mehmet Kemal, Ender Sarıyatı gibi değerli şairlerimizin tekrar gün yüzüne çıkmasını istiyoruz. Belki çok iddialı olabilir ama “bakın bunlar da var” demek... “Şiir buydu” demek için “Unutturulamayan Şairler”imiz var; bu dizinin devamı da gelecek. Turgut Uyar’da ise farklı bir şey var. Ben yarışma mantığını sevmiyorum; bu konuda eleştiri de alıyoruz, şiir ve edebiyat yarıştırılmaz diye… Ama sonuçta üç tane pırıl pırıl kitabı basıyoruz. Yarışmanın para ödülü yok, maddiyatla ödüllendirmek yerine, “Bu kitap okura ulaşmalı” dediğimiz dosyaları basıyoruz. Çok iyi, özenli bir jürimiz var. Uyar ailesi de bizi çok destekliyor, özellikle Ankaralı bir yayınevi olarak böyle bir işe kalkışmamızdan dolayı her zaman arkamızdalar. Çünkü Turgut Uyar, Ankaralı bir şair ve Ankara’da böyle anılabilmesi onları da, bizi de çok mutlu ediyor.

ŞİİRİN ARKASINDA DURUYORUZ

-Şiir kitaplarının Türkiye’de çok satmamasının nedenlerini neye bağlıyor, iyi edebiyatın okurla buluş(turul)ması sürecindeki sıkıntıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Herkes şiir yazabiliyor, herkes kitap çıkartabiliyor. Her yazdığının edebi bir değer olduğunu düşünüyor. Başkasını okumaya ihtiyacımız olmadığı için de satmıyor. Turgut Uyar Şiir Yarışması’na ciddi miktarda dosya geliyor. Bu yarışmaya şiir gönderenlerin Uyar şiirini bilmesi lazım, İkinci Yeni’yi tanıması, “Nasıl bir şairmiş?” demesi lazım. Yarışmaya maniler, dörtlükler geliyor, eliyorsunuz tabii. Evet, çok satmayacağını bildiğimiz halde, şiirin arkasında duruyoruz. En büyük yayınevleri bile şiir kitaplarını iki yüz elli adet basmaya başladı; bırakın beş yüzü. Ama “esas şiir” var ve bunun hissedilmesi taraftarıyız. Evet, kesinlikle raflarda yer bulamıyorsunuz. Çok ciddi bir sorun ama farklı şekillerde satmaya, isteyene (ilk çemberdeki okur kitlesini değil, sonraki çerçeveyi imliyor) ulaştırmaya gayret ediyoruz.

-Butik tarzda başlattığınız yayıncılığınız bugün hangi yöne evriliyor; ayrıca yayıncılık sektörünü ve edebi açıdan Ankara’yı nerede görüyorsunuz?
- (“Butik” sözcüğünü sonradan çok farklılaştırdılar, kullanmak istemiyoruz artık, “küçük ölçekli” diyelim, açıklamasıyla başlıyor…) Bir yayınevi, oluşumunu başlattığı zaman kitapta sıkıntısı vardır. Çünkü yazarı kolay elde edemez. Biz şanslıydık, çok iyi isimlerle başladık. Fakat Türkiye’de, okur bazında değil ama özellikle dağıtımcılar ve kitabevleri bazında çeviri kitabı olmayan yayınevine farklı gözle bakılıyor. Telifli yayıncı olduğunu çeviri kitaplarla kanıtlıyorsun. Türkiye’de neredeyse telifli yayıncılık kalmadı. Eskidenmiş o… Bugün kitabını bastırmak bile, yazara yeter durumda. Çeviriye çok güzel kitaplarla başladık, hepsi ödüllü. Çeviri işinde sevdiğim farklı bir taraf da -yazarın onayından, çevirmenden geçerek gelse de- yazar yayın sürecine doğrudan müdahil olmuyor. Küçük ölçekli yayınevinin sorunu, genellikle yazar sorunudur. Çünkü iyi tarafıyla da, kötü tarafıyla da yazarla çok yüzgöz olursunuz. Onun için üç kitaba da (Biraderler, Toby’nin Odası, Süt Rengi) çok zevkle çalıştık. Bir yandan çeviriler sürerken, bir yandan da edebiyat yayıncılığımız devam edecek. Bizim yazarımız dediğimiz, ailemizden olan Tarhan Gürhan, Gültekin Emre, Tarık Günersel, Lütfiye Aydın gibi isimlerin kitaplarını her zaman basmaya devam edeceğiz. Bu sene bir yan dal olarak tiyatroya kaymayı düşündük. Okuru olmasa da bir yayınevinin böyle bir misyonu olmalı, tiyatro eserlerini basabilmeli, yabancı tiyatro eserlerini Türkçeye katabilmeli. Ticari bakımdan müthiş beslemese de en azından olmayanı zorlamaya ve bu sürede yaşlanmaya devam ediyoruz. (Gülüyoruz…)

"OKUR ASLINDA ÜRETEN KİŞİ"

-Satışı değil okuyucuyu hedef alan bir yayınevi sahibesi olarak, okur dediğimiz kitle kimdir ve okura nasıl ulaşılabilir?
- Bu kaos ortamında kitabınız dağıtımcının eline geçtiğinde, o sizin gibi bakmıyor kitaba. Limon ya da karpuz gibi “bir şey” satıyor! Bir yazar ve yayıncı gibi sevgisi, aşkı, bağımlılığı yok. Piyasaya bir ürün sürüyor... Bu nedenle ben, herkesi okur olarak kabul edemiyorum. Çünkü okur var, bir de nitelikli okur var. Türkiye’de “serseri okur”, yani iyi okuyan fakat ne okuyacağına karar veremeyen okurumuz çok fazla. Okur, donanımlı kişidir; onu yakalamak da çok zordur. Büyük yayınevlerinin yaptığı çeşitli manipülasyonlarla yakalanmaya çalışılıyor. Ama… Ben çok okunan kitapların, iyi okurlar tarafından okunduğuna inanmıyorum. Tam tersi; bilinçsiz ve deşemeyen okur tarafından okunuyor. Ne okuduğunu bilmeyen bir okur kitlesine zaten hitap edemezsiniz. İstediğinizi yapın, takla atın, medyayı kullanarak yazarınıza dikkat çekmeye çalışın, o okur size gelemeyecektir! Sizin kaliteli, bilinçli okuru yakalamanız gerekiyor. Okur aslında (okuduğu zaman) üreten kişidir.

Haberin Devamı

“BÜYÜK YAYINEVLERİ DONDURMAYI VERİRKEN, BİZ SU SATIYORUZ"

Haberin Devamı

-Bu anlamda okurla buluşmak için kitap fuarlarına katılıyor musunuz? Ankara Kitap Fuarı’nın İzmir ve İstanbul’un gerisinde kalmasının nedenleri sizce nedir?
- Fuar deneyimlerimden söyleyebilirim; okurun sizden beklentileri şehir şehir değişiyor. Her şehirde çok net ayrımlarınız var. Mesela İzmir’de, çok ciddi bir okur kitlesidir bu, elinde kitapların isimleriyle gelir. O kitapları arıyordur. Çünkü internetten, gazeteden, kitap eklerinden takip eder. Okuyacağı kitabı, yayınevini bilir ve onu alır. İstanbul’da böyle bir şeyi yakalamamız mümkün değildir. Ben kitap fuarlarına artık inanmıyorum. Çok net bir şekilde söyleyebilirim, kitap fuarcılığının bitmesi yakındır. Çünkü fuarlarda büyük yayınevlerinin gölgesi altında küçük büfelerimiz var. Büyük yayınevleri dondurmayı verirken, biz su satıyoruz! Bu mantıkla işleyen sistemde küçük yayınevleri çok ciddi paralar vererek mücadele etmeye çalışıyor. Ciddi vakit harcıyorsunuz, belki on gün işinizden uzaklaşıyorsunuz ama karşılığında bilinçli okuru bulamadığınız zaman “kitap var, kitap var” haline dönüşüyor bu iş.

Ankara’da kitap fuarcılığı yok, olamaz da! Ankara’ya bir tepki var zaten. Dikkat ederseniz Ankara’da fuara yayınevleri gelmiyor, dağıtımcılar katılıyor. Ben yayınevi olarak bir stant açıyorum, üç stant ötemde dağıtımcı benim kitabımı satıyor. Her kitabı satıyor çünkü. Tabii ki bu TÜYAP ile ilgili bir sıkıntıdır. TÜYAP’ın Ankara’ya girememesinin iyi bir yanı da var aslında. Ankara okuru, bana göre Türkiye’nin en iyi okurudur. Çok ciddi okurdur. Bütün listelere, en çok satanlara bakın Ankara’da ne kadar düzgün bir edebiyat okunduğunu görebilirsiniz. Ankaralı kitabı bilir. Kitabı bildiği için de Türkiye’nin en büyük, kapsamlı kitap satan kitabevleri Ankara’dadır. Okur, bu kitapları oradan edinebildiği için fuardan kitap alma gereği duymaz. Öte yandan Ankara’daki fuarlar çok amatörce yapılıyor. Fuarcılık kitap satmak değildir. Kendini ve kitabını tanıtmaktır. Yazarını, en önemlisi de onun eserini tanıtacak, okurla yüz yüze getireceksin. Amaç bu iken Türkiye’de tamamen ticari bir şeye dönüşmüş durumda. Düşünebiliyor musunuz, fuar dönemi için kitap basılıyor. İstanbul Kitap Fuarı kasımda başlıyor, ekimin sonundan kasıma kadar matbaalara yanaşamazsınız. Çünkü bütün kitaplar fuar için basılır. Sadece satış bazlı bir mantıkta, bütün bu gerekçelerle biz bu sene hiçbir fuara katılmadık.

Haberin Devamı

"ANKARA'DA HÂLÂ KİTAPÇILIK ZİHNİYETİ VAR"

-Yayınevinizde söyleşiler ve atölyeler düzenliyorsunuz. Okur-yazar kitle bu buluşmaları sizce nasıl değerlendiriyor ve Ankaralı okurlar hakkındaki izlenimlerinizi alabilir miyiz?
- Eskisi kadar sık olamasa da güzel atölyeler, söyleşiler, arada kitapla ilgili değerlendirme toplantıları ve kısa film gösterimleri yapıyoruz. Bir şeyleri ayakta tutmak istiyoruz. Bir yanda yazar kalitesinde çok net bir düşüş gözlenmesi de biraz ürkütmeye başladı. Çok kolay kitap basılır olmasıyla “ben yazarım” diyen, edebiyat toplantılarına çağrılan ve orada konuşan insanlara şaşırıyorum. Ona daha laf düşmemeli! Eskiden bir yayınevinin ya da medyanın pohpohlamasıyla olurdu böyle “yazar olmadan” olanlar. Şimdi daha kolay.
Ankaralı okuru kesinlikle farklı bir yere koyarım. Gerçekten bilinçlidir; yazarı tutar, yani beğendiği yazarı okumaya devam eder. Çok bilinçli seçer. Kitap satıcılığı, başka şehirlerde olduğu gibi marketleşmediği için AVM mantığında kitap satılmıyor burada. Tam tersine hâlâ kitapçılık zihniyeti var. Kitapçının bir milyon kitabı olsun, hiç önemli değil; o, kitapçılık zihniyeti ile gidiyor. Hatta Anadolu’daki kırtasiyeleri bile çok beğeniyorum. Çünkü bilinçli bir iki kitabı alıp rafına koyuyor. Orada okurun minimal bir seçimi bile olsa bakabiliyor, dokunabiliyor, seçebiliyor… Market zihniyetinde bunun kalmadığını düşünüyorum. Geçen gün İstanbul’da bir alışveriş merkezinin içindeki kitapçıda kitap bulamadım. Alacak ve okuyacak kitap yok! Çünkü tamamen satış mantığı ile yapılmış raflar, konusuna göre bile ayırmıyorlar. Bol bol kırtasiye yanında, sen okuyacak kitap bulamıyorsun. Ankara’nın farkı, özellikle de Kızılay çevresindeki kitapçılarımızın etkisiyle olabilir.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!