Rüyalarda kalan Ankara

Güncelleme Tarihi:

Rüyalarda kalan Ankara
Oluşturulma Tarihi: Ocak 22, 2014 01:25

“Tahta boyasız oyuncağım bozkırdı artık. Onun bana ne sürprizler hazırladığını daha sonra öğrenecektim. Şehir bir kement atmış, çekip bağlamıştı beni kendine...” Çilek renkli hırkasını sessizce Eymir Gölü’nün kıyısına bırakan” Nazlı Eray’la “Onun Ankarası”nı konuştuk.

Haberin Devamı

Edebiyet söyleşilerinde 2014’ün ilk konuğu; yıllar önce şöyle bir uğradığı Ankara’dan ve bozkır kentinin büyüsünden kopamamış bir yazar, Nazlı Eray. Yazar, anılar denizindeki serüvenine “Tozlu Altın Kafes”ten sonra “Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni” ile devam ediyor.
Rüyalarına, düşlerine okurlarını da ortak edip anıların ve gerçeklerin peşi sıra, roman tadında bir yolculuğa çıkarıyor. “Bu sabah hayattan bir rüyaya uyanmış gibiyim” cümlesiyle okumaya başladığımız anılarda, mekân olarak “Onun Ankarası” çıkıyor karşımıza. Eray, “Ben şehri uzun bir ceket gibi giymiştim üstüme. Her yerini avucumun içi gibi öğrenmiştim. Sessiz ve karlı dünyalarım vardı bu bozkır şehrinin bazı yerlerinde” diyerek; İnkılap Sokak, Yüksel Caddesi, Büklüm Sokak, İzmir Caddesi ve ODTÜ’de gezdirdiği okurlarını bulvardaki limonatacılar ve pastanelerde dinlendiriyor, omuzlarında uçuşan çilek renkli hırkasını sessizce Eymir Gölü’nün kıyısına bırakıyor. Kızıl güzelliği, zarafeti, insanı etki altına alan enerjisiyle kendine bir kez daha hayran bırakan Nazlı Eray ile kitabına ve yaşamına ilişkin merak edilenleri, Ankara Hürriyet okurları için konuştuk.

Haberin Devamı

- Bugün otuzbeşin üzerinde kitabınız var. İlk öykünüz, “Mösyö Hristo” 15-16 yaşlarınızdayken, ilk kitabınız “Ah Bayım Ah” ise 1976’da yayımlandı. Bunca zaman sizi yazmaktan alıkoyan sebep(ler) neydi?

- İlk öyküm “Mösyö Hristo” Varlık’ta yayımlandığında 15-16 yaşlarında bir çocuktum. Hocalarım “Sen yeni Sait Faik’sin, devam et” dediler. Ama ben Sait Faik’i bilmiyordum. Dört, beş öykü yazdıktan sonra, belki de korktum… Çünkü o yaşta yeni bir Sait Faik olmak için hiç bir yaşanmışlığım yoktu. Fransız ozan Arthur Rimbaud gibi “Ben artık bittim, kalemimi bırakıyorum ve sonsuza kadar yazmayacağım” diye kendi kendime çocukça bir karar aldım. Rimbaud, 18 yaşında Dünya ve Fransız edebiyatını sarsan şiirlerini yazdıktan sonra, birdenbire her şeye noktayı koyup “Ben bittim, tükendim” diyerek serseri bir hayat yaşamıştır. Hep merak ederim, Rimbaud niye yazmadı…? Sanki o kalem benim elimden alınmış gibi değişik bir duyguydu. Üstümde dramatik bir giysi gibi… İçimde büyük bir acıyla kent değiştirdim ve Ankara’ya geldim. İşte o esnada yaşam girdi benim hayatıma. Ve olaylar peş peşe… İstanbul’da bir kalp kırıklığından sonra Ankara’ya gelmiştim ve anneannemle yepyeni bir hayatın eşiğine bastım. Evlendim, çocuklarım oldu. Mekanik bağırsak düğümlenmesi nedeniyle 2.5 yıl hastanede yattım. Ölümün ve yaşamın ne olduğunu öğrendim. Daha sonra bir devlet dairesine girdim ve memur olarak çalıştım. Harikulade bir deneyimdi. 1975’te tekrar yazmaya başladım. Attila İlhan’ın önerisiyle, hastaneden çıktıktan sonra yazdığım öykülerden bir dosya hazırlayarak Tunalı Hilmi’deki Bilgi Yayınevi’ne, Attila Abi’ye götürdüm. “Ah Bayım Ah”, hemen çıktı ve bir gecede beni üne kavuşturdu.

Haberin Devamı

Hayatı bir rüya gibi hatırlıyorum

- Özlemini çektiğiniz evden, kentten, insanlarınızdan, özellikle anne ve babanızdan uzakta, başka bir şehirde yaşadığınız için mi, onları “bir rüya gibi” hatırlamayı ve “herkesin/her şeyin gerçek” olduğu anılarınızı bir roman tadında yazmayı seçtiniz?

- Evet, kitap bir roman olarak çıktı. “Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni” üstünde “Anılar ikinci bölüm” yazdığı, yüzde yüz bütün isimler gerçek olduğu halde bir roman dokusunda oluştu. Ben bütün hayatı bir rüya gibi hatırlıyorum. Ama hayaller yumağı gibi değil, yalın gerçekler var bu kitaplarda.

- “Bu sabah hayattan bir rüyaya uyanmış gibiyim” cümlesine yakalandım en çok. Yitirdiklerimizle yeniden buluşabildiğimiz tek yer, rüyalardır belki de. Bana Mazhar Alanson’ın bir şarkısını anımsattı. “Seni Görebildiğim yer rüyalar artık. Deli diyorlar bana, ah bu ayrılık…”

Haberin Devamı

- Çok severim. O kadar severim ki, Mazhar Alanson’u. Bayılırım o şarkısına da… Rüya öyle bir şey ki, beyni komple kullandığın yer bence. Arthur Rimbaud’un bir lafı var, bir kitabımda da kullanmıştım: “Acaba gece gördüğümüz rüyalar mı, bizim gerçek hayatımız. Gündüz yaşadığımız bir rüya, gerçek gece mi?” Bunu bilemeyiz ki!

Aşk herşeyin birleşmesi gibi, güzel vesselam...

-Gelelim aşka…
- Evet, aşka gelelim… (Gülüyoruz…)

- “Aşkı Giyinen Adam”da Eddie Fisher-Liz Taylor aşkından; “Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni”de Edith Piaf-Marcel Cerdan, anne-baba, hala-enişte ve Nazlı-Metin arasındaki aşktan söz ediyorsunuz. Bir aşk romanıdır diyebilir miyiz ve aşkın sizdeki izdüşümü nedir?

Haberin Devamı

- Bence bu bir aşk romanıdır. Hem de bir üçgen. Burada asıl Fevzi, âşık bence. Yirmili yaşlarda benim Ankara’ya gelip Prof. Metin And’a âşık oluşum… Beni dostça destekleyen İstanbul’daki Fevzi’nin bunu kabullenememesi… Meğer onun evlenme planları var. Açılamamış… Asıl oğlan Fevzi de, meydana çıkamamış sanki.
Aşk iki insanın coğrafyasının ve bütün sokakların, arterlerin, fotoğrafların, bellek oyunlarının, her şeyin bir anda birleşmesi gibi bir şey. Aşk bir umut, büyük bir heyecan. Aşk tuhaf bir şey aynı zamanda. Durup dururken başka biri için kalbinin deli gibi çarpması, hep onu düşünmen... Çok sevdiğin zaman böyle şeyler olur aşkta. Aşk yavaş yavaş söndüğü zaman gözdeki o tılsımlı şey çekilir ve gerçeği görürsün. Aşk acısı burada çıkıyor işte. Cinayet işlerken duyulan o garip maraz duygusuyla aşk duygusu aynı tutuluyormuş. Maraz tarafı da var. Çok güzel tarafı da var. Yaratıcı bir tarafı da var. Aşk, güzel vesselam…

Haberin Devamı

-Paris’teyken, birbirine aşkla dolanmış siyah beyaz iki kuğunun resmedildiği bir doğum günü kartı almışsınız. Vedat Dalokay’ın Kuğulu Park’a getirttiği Viyana ve Ankara’yı hatırlattı bana. Yaşar Sökmensüer’in bir yazısından alıntılarsak, rivayet o ki… “Dalokay kuğuları getirince dönemin yetkilileri özenirler ve Gençlik Parkı’nda da bir kuğu olmasını isterler. Dişi kuğulardan birisini, Ankara’yı, Gençlik Parkı’na tayin ederler. Viyana günlerce ağlar eşi Ankara’nın ardından. Ve bir gün aniden havalanır. Uçar Meclis’in üstünden Ulus Meydanı’na doğru. Karlı bir kış günü, Fellini’nin Amacord filmindeki tavuskuşu gibi konar Gençlik Parkı’na. Kavuşur Ankara’sın”...

- O kartı Metin’den aldım. Müthiş bir şey, ben bu hikayeyi hiç duymadım. Süper bir şey… Ama, ben Metin’den bunu beklerdim.

Bu şehri ele geçireyim derken o beni ele geçirdi

- Ankara’da doğmuş ama hazin bitmiş bu aşk hikâyesi için neler söylemek istersiniz?
- Beni Ankara’ya bağlayan bir aşk. Beni Ankara’yı tanımaya, ODTÜ’ye gitmeye, o kampüsü tanımaya bağlayan… Çünkü Metin, orada asistandı. Ben İstanbul Üniversitesi’nden, İstanbul gibi dev ve kozmopolit bir şehirden geliyordum. 1960’ların ortasında Ankara köy gibi… Yüksel Caddesi toprak… “Ben burada bir hafta kalır, giderim” demiştim, 35-40 yıl kaldım. Metinle olan o aşk, o tutku ve onun İstanbul’da çektiğim bütün acıları ve bunalımı silmesi, güven vermesi beni Ankara’ya bağladı. Sonra anneannem... Eski yaldızlı kartpostallar gibi. Anneannemle oturduğum Yüksel Caddesi’nde, İnkılap Sokak’ın köşesinde iki katlı evde kar yağdığı zaman, ağaçlar balerinler gibi ellerini yukarıya, gökyüzüne uzatırlardı. Yerde, üzerinde hiç yürünmemiş bir kar olurdu. İlk çıkanın hışır hışır, gıcır gıcır, ayak izleri kalır, ayak sesleri duyulurdu. Ankara yeni yapılıyordu. Büklüm, Bardacık, Bade, Bayındır sokaklar yeniydi. Ben günde 6-7 saat yürüyerek tanıyordum Ankara’yı. Yani ben bu şehri iyice ele geçireyim derken, şehir beni ele geçirdi.

- Konya örneğinde olduğu gibi aşkını ispatlamak için yürekli bir kadının attığı çılgınca adımları okuduk. Yazılarında “Ben kadınların, erkeklerden daha yiğit olduğuna inanırım... Kadınlar daha mert, daha dürüsttür...” diyen, Bekir Coşkun’a katılır mısınız?
Evet, bu noktada Bekir Coşkun’a katılıyorum. Şöyle ki; iki erkek… Birisi aşkı bozuyor. Öbürü arkadaş grubu uğruna, göze alamıyor. Sonunda arkadaşlık da kalmıyor. Yıllar sonra ikisi de ayrı ayrı buldu beni. Bir daha hiç görüşmemişler. Şimdi hiç kimse, hiçbir konuşma âşıksam, seviyorsam ve gerçekten inandıysam bana böyle bir şey yapamaz. Fevzi beni bıraksaydı, belki Metin’den vazgeçecektim. Kısıtlamaya çalışınca çılgınca bir şey oldu ve ben Ankara’nın bir parçası oldum.
Metin’in Mevlana törenlerine gittiğini duyduğumda, bir otobüse atlayıp… Karlı bir gün, bir öğleden sonra, otobüs sisli bir Ankara havasının içine daldı. Onu bulamayabilirsin. Konya neresi, kaç saatte gidersin? Nasıl dönersin…? Hiç düşünmeden Metin’i bulacağıma emin olarak gittim ve Konya’ya ulaştım. Şeb-i Arus töreninde kapılar kapalıyken orada yalnız beklemeyeyim diye ince bıyıklı, esmer, gayet kibar Konyalı bir genç beni fayton gezintisine davet etti. Hiçbir sakınca görmedim. Beni Metin‘in olduğu yerin civarında tıkır tıkır gezdirdi. Ona, kaşla göz arasında Metin’i anlattım. “İçeride beklediğim birisi var, onu görmeye geldim” dedim. Çok üzüldü. Sonra otobüslere binip tekrar Ankara ya döndük.

O fotoğrafları çaldım ve Ankara’ya getirdim

- Elini tutmak için halanıza gidişlerinizde, aileye ait tapuları görmektense geçmişin izini sürmek için fotoğraflarla ilgilenmeyi seçiyorsunuz. Onlar ki eski insanlar, eski yıllar, eski evler, eski eşyalara ilişkin kulağınıza neler fısıldıyor ya da haykırıyor?
- İki ay önce 96 yaşında kaybettim onu ve çok sarsıldım. Elini tuttuğum zaman adeta geçmişle bir bağlantı kuruyordum. Halamın artık porselenleşmiş parmaklarını tuttuğum zaman, sanki ince tellerden eski bir hayatın sesleri geliyordu bana. Orada müthiş fotoğraflar vardı, annemin eşsiz bir fotoğrafını yeniden buldum ve kitabın kapağına koydum. Eniştem, Şair Sabahattin Kudret Aksal’ın gençlik resimleri vardı. Muhteşem bir aktör gibi yakışıklı. Halamla büyük bir sevgi ve aşk yaşamışlar, onun belgeleri… Bakıcı hanımın ısrarına karşılık, tapularla ilgilenmedim. Orada çok daha büyük hazineler, mektuplar, iğnelenmiş küçük fotoğraflar vardı. Ben, o fotoğrafların bir kısmını çaldım ve Ankara’ya getirdim. Halamın kızacağını sanmıyorum. Çünkü aşağıdaki o odaya inemiyordu artık, koltuktaydı. Vefat ettiği zaman dağılıp gideceklerdi. O fotoğraflar hâlâ bana çok şeyler söylüyorlar.

ANKARA BİR KIZ KURUSU

- Kitabınızda Belgrad’ı “erkek yüzlü” olarak tanımlarken; kentlerin cinsiyeti olduğunu söyleyebilir misiniz? Peki, ya Ankara...?
Kentlerin cinsiyeti vardır. Bence Chicago da erkek. İstanbul, çok güzel bir kadın. Azıcık geçkince… Ankara, bir kız kurusu. Ama sevecenliğiyle kendine bağlıyor. Yani evlenmemiş kadın. Ama onlar en tehlikelidir. (Kahkahalar...)

ODTÜ’deki ağaçlardan birkaçını ben dikmiştim

- ODTÜ’nün kuruluşuna da tanık/ortak oluyoruz yazılarınızda... Yol açmak için dozerlerle ODTÜ arazisine bir gece ansızın girilmesi ve sözünü ettiğiniz ağaçların sökülmesi konusunda düşünceleriniz nelerdir?
- Silinmiş bir coğrafyası var benim Ankara’mın. Eski ve yeni birbirine karışmış. Hatırladığın, hafıza mekânları birer birer yok oluyor ve sen ancak belleğindekini yaşatıp yazıyorsan, o bir gerçek oluyor. ODTÜ arazisine girilmesi beni korkunç etkiledi; çünkü o ağaçlardan birkaçını ben dikmiştim. Ağaç dikme bayramında Metin, ben ve arkadaşları… O zamanlar ağaç yoktu, bomboştu oralar.
Son söz; bu güzel röportaj için sana çok teşekkür ediyorum. Okurlarımı sevgiyle kucaklıyorum. Onlarla her zaman sayfalarım arasında buluşmak istiyorum.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!