Güncelleme Tarihi:
Sözünü ettiğimiz, hem tarihsel hem de sosyolojik olarak bir kardelene benzettiğimiz şey Anadolu topraklarının çok özgün inancı olan, bilinmeye, keşfedilmeye, fark edilmeye ihtiyaç duyulan Alevilik ve Alevilerin ibadeti cemdir. Cem nasıl yapılır, Ceme kimler katılır, niye semah dönülür?
Merakımız bizi Tayalan Köyü Kültür ve Yardımlaşma Derneğinin Ankara’daki Çankaya Belediyesi Pir Sultan Abdal Cem Evi’nde düzenlediği Birlik Cem’ine götürdü. Cem, Alevilerin tapınma şekli. Cemevinde yüzlerce insan aynı mekanda, inanç önderi kabul ettikleri bir dedenin huzurunda toplandı. Kadın-erkek ayrımı yoktu. Ne erkeğin ne kadının cinsiyeti vardı. Çünkü Aleviler, cemevine girdiği anda kimseyi kadın veya erkek olarak görmüyorlardı ve her bir insanı “can” kabul ediyorlardı.
Cemevine ilk gelen dede oldu. Kendisine ayrılan posta, niyaz ederek oturdu. Dededen sonra başkaları girdi salona. Ortada boş bir meydan vardı ve gelenler hep bir halka şeklinde oturuyordu. Böylece insanlar birbirlerinin yüzlerini görüyorlardı ki, bunun nedeni Tanrı’nın insan yüzünde tecelli ettiğine inanılmasıydı. İnsan hiç Tanrı’ya sırtını döner miydi? Hayır. O halde insan kutsaldı ve yüzler hep birbirine bakmalıydı.
DARGINLAR BARIŞTIRILDI
Cem öyle bir ibadet ki, bu ayini başından sonuna kadar izlemenin ilk ve en önemli şartı, topluluk içindeki herkesin birbiriyle barışık olmasıydı. Bu yüzden ilk önce dargınlar barıştırıldı, anlaşmazlıklar çözüldü. Herkes özüyle sözüyle kalbini temizledi ve sonra birbirine niyaz etti. Niyaz, önce sağ, sonra sol omuz başının öpülmesiydi. Bu, benliğin kırılmasının işareti ve kişisel arınmanın da ilk basamağı idi.
Meydanın temizlenmesinden sonra abdest alındı. Saka, bir elinde ibrik, diğer elinde küçük bir leğen olduğu halde dededen başlayarak halka içindeki herkesin eline su döktü. Aslında bu, sembolik bir yıkanmaydı. Çünkü, bu abdestte sadece parmaklar suya değdiriliyordu ve asıl olan gönül abdesti idi; yani gönlü temizlemekti.
Meydanda, yanan mumlar da vardı. Mum, ışıktı. Karanlıkların aydınlanmasını ve gerçeğe ulaşılmasını sembolize ediyordu. Cem ibadeti süresince “zakir” hep saz çaldı. Nefesler, deyişler söyledi, sazın tellerinden dökülen nağmeler, tevhid (allahın birliğini anış) aşamasında kalabalığı dalgalandırdı. Eller, dizlere vuruldu huşu içinde:
“La ilahe illallah
Ali mürşit, Ali Şah
Ali Haydar, Ali Şah
Şahım eyvallah eyvallah”
1400 YILLIK BİR ACI
Cemi yürüten Celal Güler idi. Salonu tıklım tıklım dolduran kalabalığa öğütler verdi, “elinize, dilinize, belinize sahip olun” dedi. Bunun anlamı şuydu: elinle koymadığını alma, çirkin söz söyleme, kalp kırma, şehvetine tutsak olma. Bu öğütlerinin yanı sıra, Kerbela’da susuz şehit edilenlerin trajedisini anlattı. Kerbela denilince, gözlerden yaşlar süzülüyordu. Herkes bir anda Arap Yarımadası’nın çöllerinde önce susuz bırakılan sonra başı kesilerek öldürülen birer Hz. Hüseyin (Hz. Ali’nin oğlu) oluyordu. 1400 yıllık bir acı, sanki Kerbela katliamı daha bugün olmuş gibi hüzün veriyor, herkes o acının içinde eriyordu. Zakir Abidin Aslan’ın sazının tellerinden dökülen içli notalara şu sözler eşlik ediyordu:
“Ah Hüseyin vah Hüseyin”
“Yaraların bende İmam Hüseyin”
Gözyaşı dökenler, sonra semaha durdu. Kadınlar ve erkekler meydana çıktılar; deyişler söylenirken, dönmeye başladılar. Onlar dönüyordu. Her biri kendi etrafında dönüyordu. Kendi etrafında dönerken, aynı zamanda yanındakinin de etrafında dönüyordu. Çünkü semah hem dünyanın dönüşünü simgeliyordu.
HERKESİN PAYINA DÜŞEN EŞİTTİ
Yaklaşık 4 saat süren bu ibadetin sonunda topluluğa, dede tarafından dualanmış su dağıtıldı. Su serpilmesinin nedeni Kerbela trajedesi idi. Kadını erkeği, yaşlısı ve genciyle yüzlerce insan sakanın serptiği suyun bir damlasını bile yüzünde hissetmek için çırpınıyordu. Sanki o bir damla su, Kerbela çöllerine düşecekti. Çünkü her biri Hz. Hüseyin’di, her biri çölde su bekliyor gibiydi.
Saka suyunun dağıtılmasıyla birlikte cem sona erdi. Cemevinin kapısından çıkan herkesin eline birer “lokma” tutuşturuldu. Meyve, kek, çörek, börek, pasta türündeki yiyecekler paketlenmiş halde herkese dağıtıldı. İbadetini yapmak üzere cemevine gelenler, bu yiyecekleri yanlarında getirmişlerdi. Herkes maddi gücüne göre katkı koymuştu. Bazılarının getirdiği yarım kilo portakaldı, bazılarının getirdiği 5-6 kilo elmaydı.
Ama cemevinden çıkışta, herkesin payına düşen eşitti. Zenginin varlığı, fakirin yokluğu fark edilmemişti bile...