Güncelleme Tarihi:
Daha önce yazmıştım... Adam yarım asırlık hayat yoldaşıyla sabırsızlıkla beklediği konseri izlemeye gidiyor.
Sevdiği, ortak keyifleri hala paylaşabildiği, Schubert’i her dem birlikte, huzurla ve çoğalttıkları bir hevesle dinleyebildiği, karısıyla...
Arkadaşlıkları, sohbetleri, hatta o zeminde cilveleşmeleri bile sürüyor. Güzel yaşlanmışlar sanki.
O konseri izlemeye gelenlerden farkları yok... Koltuklarına yerleşirken, oradaki herkes gibiler o an.
Herkes gibi konseri izleyip, evlerine geldiklerinde… Bir bakıyorlar ki, sokak kapısı zorlanmış. “Neyse... Buna canımızı sıkmayalım hiç” diye mırıldanıyor adam, başka bir şeylerin daha değişebileceği aklına bile gelmiyor.
Hayat, yaşlılığın, -her an- muhtemel öncü depremini meğer konser sonrasına saklamış.
Ertesi sabah kahvaltıda havadan-sudan sohbet ederken, “Tuzlukta tuz bitmiş” diyor yaşlı adam.
Karısına bakıyor, ifadesiz, donuk, bakışları tek bir noktaya kilitli, öyle oturuyor karşısında.
Bir kaç cümlenin ardından, duruşu, hali değişmeyince bir kaç kez “Neyin var?” diye soruyor, hafifçe sarsıyor. Hiç bir tepki yok.
Bir kaç dakika sonra hiç bir şey olmamış gibi, konuşmaya devam ediyor kadın. Ama o “koptuğu” anları hiç hatırlamıyor.
Ardından felç yakalıyor yaşlı kadını...
O an anlıyorlar ki, artık herkes, her yaşlı gibi değiller.
* * *
Michael Haneke’nin Amour filmi, bu girişin ardından seyirciyi “o hayatın” içine alıyor.
Ama izlerken, o hayata seyirci olarak kalmanız, kalan ya da geçen bir ömrü, Orson Welles’in “Sen yaşlılığın ne olduğunu bilemezsin” mottosunu, sorgulamamanız çok güç.
Çünkü her şey birdenbire... O “an”a kadar yeterince ayırt etmediğin “yaşlılık sürgünü”nde seni o “an”a kadar koruyan neyse, gitmiş.
Herkes gibi olmanı, normal bir hayatı yaşamanı sağlayan “şey”, yok olmuş.
Herkesin başına gelebilecek, ama senin başına gelmeyeceğini düşündüğün (umduğun) durum, tam karşında...
Ekranda, dışarıda sürekli akan hayatın sesi, artık çaresizliğin, ölümün biteviye fısıltısının gölgesinde duyulmaz oluyor.
Budan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...
* * *
Yaşlanmak belki artık farkında ol(a)mamakla, katılamamakla seyreden bir “hastalık”.
Beceriler, hatta melekeler yitirilince, düşünceyi sis basınca, görülecek, yaşanacak şeyler de azalıyor elbet.
Kimya ve biyolojiyle bir süre itişen, çekişen ruh, beden, onlara yenilip sürekli mevzi yitirmeye başlıyor.
* * *
İnsan acaba yaşadıklarından mı yorulur, yaşayamadıklarının özleminden mi...
Bu yaman soruyu ancak, yaşadıklarından çok yaşa(ya)madıklarından pişmanlık duyduğunda hatırlıyor belki.
Yaşananı, öyle ya da böyle pansumanlamak, az-biraz onarmak ya da alt-üst benlerinle alt-üst edip katlanılır, yamanır, hatta unutulur kılmak mümkün çünkü.
Ama yaşan(a)mayan... Hele yaşlılıkta... Ya onu yaşama fırsatı (ve gücü) gelip geçmiştir çoktan, ya da o fırsat hiç çıkmamıştır karşına, yaratılamamıştır.
* * *
Yaşlılar için hatıralar da sonbahardır sanki. Ama gönülde hep “bir bahar daha” umudu...
Ruhi Mücerret romanında 100 yaşındaki kahramanını “Gözlerinde öğle ezanı (yoksa sala mı) okunuyordu...” sözleriyle betimleyen Murat Menteş’den gelsin yazının finali:
“Mazide kalan herşey kısa sürmüş demektir. Yaşlılık sonlanmasını istemediğiniz tek hastalıktır...”