Güncelleme Tarihi:
Prof. Dr. Mehmet Tunçer’in çağdaş, planlı ve yaşanabilir bir başkent oluşturulmasına katkıda bulunmak amacıyla; 25 yıllık şehir ve bölge planlama mesleği, üniversitelerde eğitim ve öğretim deneyimleri ışığında ve bir kentli olarak kaleme aldığı “Çevresini Arayan Ankara” kitabı, kentliye yönelik eğitici ve öğretici olacağı düşüncesiyle Alter Yayıncılık tarafından (2015) okurla buluşturuldu. Yazarın 2002-2008 arasında güncel şehircilik, kentleşme, doğal ve tarihsel çevre sorunlarına eğildiği yazılarından oluşan kitabı, bugünün Ankara’sına da ışık tutuyor. Çankaya Üniversitesi Mimarlık Fakültesinde ziyaret ettiğim hocamızla, Ankara’nın kaybettiklerini ve hâlâ gündeminde olan sorunlarını konuştuk...
GECELEYİN ODTÜ’YE DOZERLERLE DALINDI
- Üniversitelerinde mimarlık, planlama, peyzaj, kentsel tasarım ve kamu yönetimi bölümlerinin bulunduğu bir başkentte; akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve kentli ile diyalog kurmadan, masa başında/ kâğıt üstünde alınan kararların kent yaşamına yansıması nasıl olur?
Kent yönetimi ve yöneticisi demokratik bir kültüre, kişiliğe ve partiye sahipse öyle davranır. Olmadığı zaman, sivil toplum örgütleri ve meslek odaları temsilcileriyle sürekli kavga eden, didişen, mahkemelik olan bir yerel yönetim görürsünüz. Bir kentin yönetiminde söz sahibi olabilirsiniz ama bu demek değil ki insanları dışlayın, zorla, cebren ve hile ile bunu uygulayın. Böyle bir şey olamaz. Geceleyin ODTÜ’ye dozerlerle dalınıyor, yollar açılıyor. Oradaki orman ve ağaçlandırılmış alanlar kimsenin özel mülkü değildir. Yapılan eylem, Orman ve Çevre Kanunu’na aykırıdır. Dava konusu olan Havagazı fabrikası, AOÇ, Saraçoğlu, hepsi hukuksuzdur. Kentsel tasarım ve planlamada ortak karar alma mekanizmalarının kurulması, disiplinler arası çalışmaların yapılması gerekir. Şuralar ve sempozyumlar yapılarak, projelerin önceden gizli kapaklı değil, halka açıklanarak ve herkesin bileceği şekilde ortaya konması, şeffaf olması gerekir. Son 15-20 yıldır bir diyalogsuzluk var. Sadece bu konuda değil, birçok konuda...
-Kentimizde yeşilin egemenliğini yitirişine tanık oldukça, geçmişe dönüp eski Ankara fotoğraflarına bakıyor ve ekolojik kent merkezi denilebilecek yaklaşımların uygulanabildiğini görüyoruz. Türkiye kentleri özellikle de Ankara, meydan açısından kentliye nasıl alanlar sunuyor? Batılı anlamda bir kent meydanı arayışımız ne zaman sonlanır?
Umudumuz her zaman var... Kent merkezi deyince, Ulus ve Kızılay’ı ele almamız lazım. Ulus, Kızılay ve Tunalı Hilmi’ye doğru gelişen, Maltepe ve Cebeci’ye doğru saçaklanan, caddeler boyunca ilerleyen bir kent merkezimiz var. Kent merkezi başından itibaren çok yanlış konumlandırılmış. Kızılay zaten meydan değil, bir kavşaktır. Güvenpark’ın yarısı dolmuş durağı yapılmış... Dolmuşlar niye kent merkezine geliyor? Kent merkezi, toplu taşımacılıkla ulaşılması gereken bir yerdir. Ekolojik kent merkezi için Kızılay’ın daha yaya ağırlıklı bir yer olabileceğini düşünüyorum. Ulus da tehdit altında. Gelişmeler var ama çok yavaş tabii. Dolmuşlar Bentderesi’ne taşınınca Hacıbayram rahatladı, iyi kötü meydanlaştı, yaya ağırlıklı oldu. Çok fazla meydanımız olduğu söylenemez. İtfaiye Meydanını niye camii yaptık? Şimdi korkarım ki Sıhhiye Meydanı da gidecek. Bir meydansızlaşma süreci yaşıyoruz. Tandoğan Meydanı’nın adı değişti. Emin olun 20 sene sonra yine herkes Tandoğan demeye devam edecektir. İtfaiye Meydanı da öyle... İsimlerle bu kadar uğraşmak doğru bir şey değildir.
YOĞUNLUĞU KATLARSANIZ YOL DA, ALTYAPI DA YETMEZ
-Kentin batı koridorundaki gelişimine (üniversiteler, kamu kurum ve kuruluşlarına) eklenen, özellikle Eskişehir Yolu aksı boyunca denetimsiz büyüyen, birbirine tepeden bakan, manzarasını, güneşini kapatan beton bloklar ve dev AVM’lerin semtleri yoğunlaştırdığını görüyoruz. Dayatılan bu yeni yaşama biçimiyle nasıl başa çıkmalı? Çağdaşlaşalım derken neyi göz ardı ediyoruz?
Biz başa çıkamayacağız. Vatandaş ne yapsın? Sivil toplum örgütlerinin daha güçlü olması, davaların açılması gerekir. Çünkü bunlar plana ve imar kanununa aykırıdır. Bahçeli evler planlarken, oradaki yoğunluğu beşe katladığınızda yollar da, altyapı da yetmez. Sürekli kazılıp sürekli değişen bir semt haline gelir. Uydu kent ya da yatakhane kent dediğimiz yerler alçak katlı, mütevazı ve yoğunluğu düşük yerlerdir. Bu, “garden city” yani bahçe kent modelinin günümüze uyarlanmış halidir. İlk örnekleri 1890’larda Londra’da kurulmuştur. Bizim de Ankara’nın çeperlerinde, mevcut merkezi yoğunluğu dışarıya yönlendirecek planlamalara ihtiyacımız var. Ama bir yer prestijli konut bölgesi olduğu zaman, herkes oraya gitmek istiyor. Bunun kentin çevresinde, farklı yerlerinde yapılması gerek. Şu anda kuzey girişindeki gecekondu bölgeleri yenilendi. Kuzey Ankara projesi, o çevrenin prestijini artıran bir yatırım olmuştur. Havaalanına yakın, bir de metro olsa, belki Ankara’nın batı koridoru gibi kuzey koridoru da gelişecek, gelir düzeyi artacak. Her yerin prestijli olması, rantının yüksek olması mümkün değil. Kentin, bazı bölgelerinin arsa değeri yüksek ve üst gelir gruplarının yerleştiği mekânlar ve mahallelerdir. Bütün dünyada böyledir. En önemli şey ulaşımdır. Ulaşım çözülmediği sürece, özel taşımacılığa dayalı bir sistemle sürdürülemez.
-Ankara’nın iki simgesinden söz ediyorsunuz. Kale, kentin geçmişini ve tarihini; Çankaya, Cumhuriyet Türkiye’sini sembolize ediyor. Eski Ankara’nın büyük bir bölümü yok edilmiş, bakımsızlık ve ihmalden çöküntü alanı olmuşken; bu yoksullaşma ve yer yitimi duygusunun, kentsel belleğe etkileri nelerdir?
Yenişehir planlanmaya ve gelişmeye başladığı zaman Ulus, kendi haline terk ediliyor ve genellikle Bulvarın üzeri gelişiyor. Bulvarın arka kısımları çöküntü bölgesine dönüşüyor. Son 15 yıldır bence yapılmış iyi uygulamalarından birisi Hamamönü ve Hacıbayram çevresindeki restorasyonlar ve orayı iyileştirici, soylulaştırıcı çalışmalardır. Hiç bir yeri bir konserve müze mekânı gibi donduramazsınız. Bu tarihsel gelişim süreci, çok doğal ve kaçınılmazdır. İnsanlar zamanla yeni hafıza mekânları ve anı noktaları oluşturacaklardır. Yapabileceğimiz şey şudur; korunan alanların mimari ve doku özelliklerini olabildiğince geleceğe aktarmaktır. Çünkü o mimari özellikler her bir yapı için sanat değeri taşır ve o dönemin sosyo- ekonomik ve kültürel beğenilerini yansıtır. Yeni ve eski arasındaki ilişkide, ne tamamen yıkarak yenisini yapmak ne de eskisini tamamen dondurmak doğru değildir. Birbirinin sürekliliği olmalı; yeni bir mimari, eskinin yanına geldiği zaman çok uyumsuz olmamalı diye düşünüyorum.
-Dün de çevresini arıyordu Ankara, bugün de arıyor; ne dersiniz, kaybettiğini bir gün bulabilecek mi? Çağdaş, planlı, doğal-tarihsel-kültürel çevresini korumuş, geliştirilebilir, sürdürülebilir, kentlilik bilinci yüksek bir başkente ulaşmak mümkün mü?
Tabii ki mümkündür. Doğal çevre konusunda daha iyimserim. Çevresini yeşil açısından buluruz, daha da yeşil çevre oluşturabiliriz. Derelerin üstünü açabilir, temizleyebilirsiniz, arıtmalar yaparsınız. Ama toprak yok olduğu zaman yeniden elde edemezsiniz. Tarihi yıktığınız zaman bir daha geri getiremeyiz. Bir arkeolojik eseri tahrip ettiğinizde, o tarihi yeniden yaşatamazsınız. Ancak taklidini yaparsınız.