Güncelleme Tarihi:
“MEŞHUR Tavacı Recep Usta”, 8 yıldır Ankara’da.
Tavasıyla tadıyla, sunumu, herkese tanıdık bakan gül(er)yüzlü, sıcak sunanıyla, “hakkaten meşhur” elbette.
Emek 8. Cadde’de yeni şubesinin açıldığını duyunca, yolumu oradan geçirdim.
(Tavacı Recep Usta’nın önce internet sitesine baksaydım, uğra(ya)mazdım oraya. Çünkü günlerdir açık olan restoran için, kendi sitelerinde hala “Çok yakında Ankara 8. Cadde Emek şubesinde hizmete başlayacaktır” duyurusu var! Olsun, yoğunluktan el değmemiştir)
Neyse usulca oturdum bahçeye, şemsiye sobanın kuytusuna.
Mönüye bakmadım.
Zaten mönüde o zengin çeşitler var da, fiyatlar yok. Olsun, internet sitelerinde de yok fiyatlar...
Hiç bekletmeden servis açan garsona, mutlu mırıldandım:
“Bir sac tava, bir de buz gibi kola...”
Yan masadan ise ayran istediler.
Hemen geldi; özel taslı, küçük kepçeli, hoş sunumuyla.
Yaşlıca bir hanım, bardak istedi.
İzah ettiler güleryüzle, “Böyle tadını çıkartın, bardak olur mu hiç, aşkolsun” dediler. O da kabullendi, heves heves.
Önden salatayla, golf topu cürmünde haşlama içli köfte geldi. Ki kıyması bana biraz ağır gelir/”koyun gelir yata yata”...
Ardından da ekşili patlıcan dolma... Kıymayla ilgili çekincem dışında, acısı-hafif ekşisiyle özel bir lezzetti.
Üşüyene şal
yanana ayran
Kola geldiğinde, her kış, her mevsim dönemecinde bir çok yerde karşılaştığım o mahut sorun.
Soğuk istediğim kutu kola ılık. Buzdolabı değil, arka bahçe normalleri.
Hani tam Bülent Ortaçgil’in “Normal” şarkısındaki toplumsal hiciv:
“Biralar soğuk mu dedim
Dedi ki normal.
Biri anlatsın hemen, nedir bu normal
Canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?”
Olsun, daha bahara çeyrek var, üşütmemizi istemez dostlar.
Zaten bahçede, “üşüyene şal, -acıdan- yanana ayran” fiks mönü.
Karani’de haşlama
ihtimalinin ustası
O lezzet simyası sacı yedim, ardından “ikram” irmik helvalı dondurmayı.
Helvanın tadı oldukça tarafsızdı. Ama biz koca kuzuyu götürüp, üstüne tatlıyı az şekerli, kolayı light, kahveyi sade severiz. (Yerli dietsel vicdan)
Ardından, hesabı istedim:
“Çay içmeden bırakmam” dedi, hiç tanışmadığımız ama hep tanış sıcacık garson.
Hesap geldi. Mönüde yazmıyor bari ben söyleyeyim, 38 lira.
“Hesap fazla mı dedim” içimden, sonra mırıldandım, “Normal”.
Dişlerimin arasında kürdan, Tavacı Recep’ten çıkarken başka dizeye geçtim:
“Ben seninle Veysel Karani’de haşlama yeme ihtimalini sevdim...”
Neden mi bu dize?
Çünkü Yılmaz Erdoğan’ın sözünü ettiği restorandaki haşlamayı yapan da o Recep Usta’dır.
ANAFİKİR
Kolalar isteyene soğuk, olmadı buzlu gelsin.
Hesaplar da mümkünse az tuzlu...
İçli köftenin kıyması da az koyunlu. (Koyun kıymasında zorlanan çok insan var tanıdığım)
ARA SICAK
GEÇEN yıl sessiz reklamsız, usulca Jethro Tull’ı ağırlayan Akdeniz Akdeniz restoranda, geçen hafta da Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth ve Heinrich Böll Vakfı Derneği Başkanı Ulrike Dufner varmış.
Roth ve Dufner’e Prof. Dr. Mithat Sancar eşlik etmiş, öğle yemeğinde.
“Yediğin içtiğin senin olsun, ne gördün, ne konuştun anlat” desem, köşeye uymaz.
Çünkü burası “tat kulisi”...
Ha yedikleri içtikleri derseniz; Akdeniz lezzetleri, balığı, deniz ürünleri, özel Girit mezeleri, sızmalı otlarıyla muhkem, müziğiyle muhteşem, atmosferi sardunyalı restoranda ortaya o ünlü kuzu gibi bir deniz levreğini yatıramamışlar maalesef.
Çünkü zengin mezelerin, deniz ürünlerinin, sıcak-yoğurtlu envaiçeşit Akdeniz-Ege otlarının lezzetiyle tıkabasa doymuşlar.
Roth “Alman mutfağı”ndan öte bulduğu restoran için, “Bir akşam gelip balık da yiyelim” demiş.
Çok serin, erken bir ilkbahar olmasına rağmen, güneşin vurduğu bahçede oturmuşlar.
Ve bol sohbetli yemek boyunca, bahçedeki kızıl sardunyalar arasında oturan Roth’un, iri, gümüş takıları parlamış Akdeniz Akdeniz güneşinde...
Hafiyesi MihTAT’a her lokmada yazın
İSKENDER kebap dedik, “Acele cevap” da diyelim...
Lezzet-hizmet, hesap-kasap, restoran-lokanta, cafe-sandviç, fast food-yavaş mood... Her lokmada, her molada bize yazın. Fikir alalım, iz sürelim, mekanın sahibine, “tat”ın aşçısına, servisin efendisine fikir verelim.
Yıkıcı değil, yapıcı yazın. Lezzet-hizmet düzelsin, ağzımızın tadı düzelsin.
Hafiyesi MihTAT, Oğuz Aral’ın yarattığı unutulmaz çizgi kahraman Hafiyesi Mahmut’un küçük biraderi sayılır. Ama az gurme değildir...
Her hafta bu köşede HAFİYENİZ var, yazın yollayın. hafiye@hurriyet.com.tr
Ankara’ya borcu bakidir
BİRAZ mevzu dışına çıkacağım ama, yeri geldi söylüyorum hesabı...
Geçen perşembe Bilkent’te imza gününe gelecekti şair küçük İskender. Uçak bileti oteli, sabah havaalanında aracı hazırmış.
Ama “Herşey tamam da, bir sensin eksik” misali, sabah uçağından in(e)memiş.
Ertesi gün, yani cuma da Mithatpaşa’daki Koridor Sanatevi’ndeki şiir gecesi de yapılamamış tabi.
Şairin bioritmi, mevsimi, zamanı da farklıdır, dolusu boşu da.
Gecesi sabaha erer, gündüzü bazen “uyku kardeşim”...
Sitemkar değilim, kızmıyorum da. Zaten haddim de değil ama Can Yücel’den tersine, homurdanıyorum:
“Aşkolsun çocuk sana aşkolsun...”
Ankara’ya borcu, bakidir.
Büyük İskender küçük İskender
VAKTİYLE İtalya Kültür Ateşesi Angela Tangianu’dan duymuştum da, “Helal olsun” demiştim:
“İskender kebap mükemmel ve gerçekten bütün bir yemek.
İçerisinde ekmek, et, yoğurt, sebze, sos her şey var. Tek başına tam bir öğün...
Ama iyi bir kokoreç yemek ve ülkeme bunun anısıyla dönmek istiyorum.”
Ankara Hürriyet’in “Tat hafiyesi kokoreçin de, kokoreççinin de peşinde ama, önce sıra İskender meselesinde.
Acıtmayın iskenderimi
Tangianu kebaba yabancı olsa da, olayın özsuyunu yakalamış.
İskender kebap, etin özel ve pür tadının yanısıra, yoğurdu, biberi, domatesiyle bir tabak yemek değil, bir “lezzet tepsisi”dir.
Etin pür, sosun sıcak hali önemli deyince, üzerine uzatılan birtanecik sivri biberin acı olmaması gerek. Ki acı damakta, o özel tada, özel sosa zırh oluşturmasın.
Zaten iskenderi “marka” olan restoranlar, üzerine mutlaka tatlı ve közlenmiş sivri biber yerleştirir. Masaya da ayrıca, zevke/kedere acı süs biberi filan eklenir. (Ama tavsiye etmem)
Adana Kebap ise malum, patentini acıdan alır.
O nedenle Adana yapan restoranlarda, iskendere kuşkuyla yaklaşırım elbet.
İskender kebapçılarda ise örneğin lahmacuna...
Teletabi siparişi
Geçenlerde bir restorandaki “muh(a)bir”im anlattı.
Genç mi genç, teletabi mi tabi, iki teen gelmiş.
Vermişler siparişlerini:
“Bir büyük, bir de küçük iskender...”
Büyük İskender’in kemikleri sızladı mı bilinmez. Ama şair olanı, yani küçük İskender orada olsaydı kazara; bardağa mı tabi olurlardı, şavulladığı cep tele mi, düşünmek bile istemem.