Güncelleme Tarihi:
Ahmet Tevfik Küflü tarafından 1956’da Sakarya Caddesi’nde açılan Bilgi Kitabevi, kitapçılıkta 60 yılı geride bıraktı. 1965’de yayınevinin ve 1972’de dağıtım ağının kurulmasıyla bugün, elli yılın süzgecinden baktığımızda edebiyat tarihimize önemli taşlar döşeyen, Ankara için can damarı, bir buluşma adresi olan Bilgi Yayınevi 1990’ların başında “çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru olmaz” ilkesiyle çocuk kitaplarına yöneldi. 1994’te Yayıncılar Birliği tarafından Yılın Kitabevi, 1995’te Dünya Kitap Dergisi tarafından Yılın Yayınevi seçildi. Geniş yelpazesiyle çok yönlü eserler yayımlayarak binlerce çeşit kitabı okurla buluşturdu. Bilgi’nin yayıncılık çizgisini, editörlük mesleğinin inceliklerini, bir ömür verilen kitapçılık anlayışından ödün vermeyişlerini sevgili Üstüner, okurlarımızla paylaştı.
- Önce sizi tanıyalım, Bilgi Yayınevi editörü ve direktörü Biray Üstüner kimdir?
Alçakgönüllülükle ya da burnu büyüklükle yargılanmadan bu soruya nasıl yanıt verilir, bilemedim. Bilgiye gönül vermiş, yaşamını kitaba adamış biri Biray Üstüner. İyi bir okur olmadan iyi hiçbir şey olunamayacağına inanmış biri. Çalışkan, titiz ve inatçı olduğunu söylüyorlar. Bence öğreneceği çok şey var hâlâ.
-Editörlük mesleğinden bahsederek başlayalım istiyorum. Editör, yayın yönetmeni, düzeltmen (tashih) ve redaktör arasındaki ayrım nedir? Bu kavramlar, ülkemiz yayıncılığında birbirinin yerine kullanılıyor ya da birbirine karıştırılmıyor mu?
Düzeltmen (musahhih) olarak başlamıştım mesleğe. O zamanlar dizgici, önüne konan metni (ki bu genellikle el yazısı olurdu), gördüğü gibi dizer, düzeltmen de doğru görmüş mü diye kontrol ederdi. Dizgiciden de düzeltmenden de “inisiyatif” kullanması beklenmezdi. Yazan-dizen-düzelten üçlüsüne “müdahale” edene “redaktör” dedik biz: Dilin doğru ve güzel kullanılmasını gözeten; sözcüklerin yazılışından cümle yapısına, hatta kurguya kadar değiştirme-düzeltme yetkisine sahip olan… Editör ve yayın yönetmeni daha çok karar aşamasında, programda ve uygulamanın takibinde ağırlığı olan kişi diye düşünüyorum. Yine de bir kitaba editör olarak imza atmak, metnin içeriğinden sayfa yapısına, boyutundan kapak tasarımına, arka kapak yazısından tanıtım formuna dek aklınıza gelecek her konuda okura karşı “sorumluyum” demektir. Kavramların karıştırılmasını ya da birbirinin yerine kullanılmasını önlemek için bir “okulu” olmalı bu mesleğin. Var diyeceksiniz ya, ben pek emin değilim. Yirmili yaşlarının başında gençler geliyor, editör kadrosunda çalışmak istediklerini söylüyorlar. Özgüvenlerine hayret ediyorum. “Okulu bitirince editör olacaksınız” mı deniyor bu gençlere? Otuz yıldır bu kazanda pişiyorum, kendime hâlâ gönül rahatlığıyla “editör” diyemiyorum.
-Peki, bu meslek dil konusunda kuşkusuz ki yetkinlik gerektirdiği kadar, biraz da kişilik yapısının bir yansımasıdır diyebilir miyiz? Özel yaşamda da titiz ve mükemmeliyetçi olmayı mı gerektiriyor?
Yansıma kaçınılmaz. Yaşama özen göstermekle bağdaştırıyorum bunu. Yaşam sözcüğünü dolduran her şeye; insana, hayvana, doğaya, onlarla ilişkiye özen… Ve tabii ki dil’e… Özen gösterdiğiniz şey sizindir, güzeldir ve güçlüdür. Siz de onunla güzel ve güçlü olursunuz; bu da yaşamınızın her alanına yansır.
"'EDİTÖR KADROSUNA YER AYIRMAYAN' TİCARİ OLUŞUMLARA 'YAYINEVİ' DİYEMİYORUM"
-Yayıncılık alanındaki her şeyi bilmek, takip etmek, zihinde depolamak, geri çağırmak nasıl bir disiplinin ürünü? Aslında türlere göre uzmanlık gerektiren bir meslek; -bazı yayınevleri editör kadrosuna yer ayırmazken- neden bu denli hafife alınabiliyor ya da bir anda moda oluyor?
“Her şeyi bilmek” olanaksız. Ama sorumluluk duygusu sizi bir disipline sokuyor zaten. Zaman içinde (ve zamanla yarıştığınız için), işinizin uzantısı ya da bağlantısı olan pek çok konuda bilgi edinmek zorunda kalıyorsunuz. Hukuk, muhasebe, dizgi programı, grafik tasarım, yeni bir dil… Yetmiyor yine de! “Editör kadrosuna yer ayırmayan” ticari oluşumlara “yayınevi” diyemiyorum bu yüzden.
-Yazarlarınızla nasıl bir işbirliği yapıyorsunuz? Önerilere açık oluyorlar mı ya da “metnime dokundurtmam” diyenle karşılaşıyor musunuz? Böyle bir süreç yaşandığında nasıl aşıyorsunuz?
“Metnime dokundurtmam” diyen bir yazarım olmadı. Bütün kitaplarını yayımladığımız yazarlar yeni dosyalarını getirdiklerinde genellikle “eti de senin, kemiği de” derler!
Yazarların en az bir prova görmesinde ısrarcı olurum. İlk kitabını hazırladığım yazar arkadaşlarla sık görüşürüz bu yüzden. Tartışırız, araştırırız, değişik pencerelerden birlikte bakmaya çalışırız. Ve uzlaşırız.
O koltuğa oturduğumun ayırdına varamamıştım başta. Burnumu her şeye sokup “bu böyle değil şöyle olmalı” dedikçe değerli Ahmet Tevfik Küflü “gel yap o zaman” derdi. Redaktörlük yaptığımı sanıyordum. Arka kapak yazıları, reklam ve tanıtım metinleri yazmaya başlamıştım. Evdeki sanat albümlerini tarıyor, kapak için görseller bulmaya çalışıyordum. Kitap yayıncılığı üzerine ne bulsam okuyor, yurtdışında bu işin nasıl yapıldığını öğrenmeye çalışıyordum. Hazırladığım ilk kitap, birinci basımı 1981’de yapılan Hangi Atatürk’ün (Attilâ İlhan) tekrar basımıydı. Dizgiden gelen birinci provayı, düzelti, soru işareti ve önerilerle çiçek bahçesine çevirmiş, yazara göndermiştim. Attilâ İlhan, Ahmet Bey’e, “Bu çocuğa dikkat edin, müthiş” diye yazmış; yıllar sonra öğrendim. Ve bir gün sevgili Ayla Kutlu, ”Editörüme emeği için bin teşekkür” diye imzaladı kitabını. İşte o andı! Ergenliğimden başlayarak kişiliğime yön veren bu olağanüstü insanları tanımakla, yazdıklarını ilk okuyanlardan biri olma şansını yakalamakla kalmamış, editörleri olmuştum! Aklıma geldiğinde hâlâ gözlerim dolar heyecandan.
"YAYINCILIĞIN EN BÜYÜK İKİ DEZAVANTAJI HAKSIZ REKABET VE HIRSIZLIKTIR"
-Günümüzde kitap dünyası nasıl belirleniyor; yayıncılığın karşılaştığı avantajlar, dezavantajlar nelerdir? Çok satan kitaplar, online satış, e- kitap meselesi düşünüldüğünde okuma alışkınlarımız değişiyor mu; sektör ve siz bundan ne kadar etkileniyorsunuz?
Çok satan kitabı okur profiliniz belirler, online satış ve e-kitap ise gelişimin gereğidir; bunları avantaj haline getirmek için yapabileceğiniz çok şey vardır. Bence yayıncılığın en büyük iki dezavantajı haksız rekabet ve hırsızlıktır. Haksız rekabet büyük sermayeyle, hırsızlık (korsan) ise yetersiz yasalarla karşı karşıya bırakır sizi; ki zorluk ve çaresizlik orada başlar.
TÜRK EDEBİYATININ TEMEL TAŞI SAYILAN YAZARLARIN ÇOĞU ANKARA ÇIKIŞLIDIR
-Okurla buluşmak için kitap fuarlarına katılıyorsunuz. Ankara Kitap Fuarı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz, özellikle okur profili açısından gözlemleriniz nelerdir? Ayrıca yayıncılık sektörü içinde, edebi açıdan Ankara’yı nerede görüyorsunuz?
Ankara Kitap Fuarı yıllar önce TÜYAP tarafından denenmişti. Başarılı olmadığı düşünüldü ki vaz geçildi. On yıldır Eylül Fuarcılık tarafından ATO Congresium’da -bence- gayet başarılı yürütülüyor. Diğer illerde (özellikle İstanbul’da) yerleşik yayınevlerinin bu fuara daha fazla ilgi göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Ankara sadece resmi başkentimiz değil. Bugün Türk edebiyatının temel taşı sayılan ve ilk kitaplarını yayımladığımız yazarların çoğu Ankara çıkışlıdır. Özellikle 70’li-80’li yıllarda Ankara’da edebiyatı besleyen güçlü, büyülü bir hava vardı. Bizim kuşak gençliğinde bu havayı soluyarak geliştirdi kendini.
-Bilgi Kitabevi ve Yayınevi olmadan bir Ankara yayıncılığı düşünülemez. Ankaralı yazarlardan hangi isimlerle çalışıyorsunuz; özellikle Ankara yazarlarının kitaplarını yayımlamak gibi özel bir misyonunuz da var mı?
Yayıncılığı Ankaralı-İstanbullu-Karslı diye nitelemek doğru değil bence. Edebiyatın güçlü isimlerinin önemli kısmı az önce de söylediğim gibi Bilgi ile “hemşehri”ydi. Gündem kitaplarımıza imza atan araştırmacı-gazeteci yazarlarımızın da çoğu Ankara’da yerleşik. Ayrıca “kültür başkentimizde” yaşayıp da özellikle bizi yeğlediklerini söyleyen yazarlarımız oldu.
-Ankaralı edebiyatçılara, okurlarınıza ve editörlük mesleğine gönül verenlere son sözlerinizle söyleşimizi sonlandıralım…
Vazgeçmeyelim! Okumaya, yazmaya, yetiştirmeye devam… Teşekkür ederim…