Kentler bozulma yarışına girse Ankara birinci olur

Güncelleme Tarihi:

Kentler bozulma yarışına girse Ankara birinci olur
Oluşturulma Tarihi: Mart 30, 2015 01:16

“Yasak bir güz gecesini yaşıyor kent. Cumbanın penceresini açtım. Bahçede çiçeklerini suluyor Giritli kadın. Saçlarını okşuyor fesleğenlerin. İmbatlar, gecenin saklı bir yerinden gelip fesleğen kokularıyla dolduruyorlar odamı. Uzakta yaşlı deniz feneri, göz ediyor karanlığın içinden, küçük kırmızı bir karanfil gibi hüzünlü, ürkek.”

Haberin Devamı

ANKARALI yazar İbrahim Karaoğlu ilk kitabı “Dalga Dibe Düştü”den (1985) sonra, Noktürn Yayınları tarafından basılan ikinci öykü kitabı “Gölgeler ve Yelkovan”ı okurlarına sundu. Yazar öykülerinde hem bireysel yolculuklara çıkarıyor okurlarını; anılara, çocukluğa, kentlere, aşka, bireyin zamanı ve kendi yönünü arama çabasına… Hem de toplumsal olayların zembereğini yeniden kuruyor belleğimizde.
Selçuk Demirel’e ait kapak deseninin, öykülerle ne kadar çok örtüştüğünü/bütünleştiğini düşünürken, yelkovanın gölgesinin zamanın neresine düştüğünü aramaya başlıyorsunuz. Öykülerin şiirsel ritmine cümbüş sesi eşlik ediyor, kıyıdan esen imbat, fesleğen kokuları taşıyor “Bozkırlardaki telgraf direklerinin yalnızlığı”na… İbrahim Karaoğlu ile sanatın değerleri arasındaki buluşmaların yarattığı zenginliği, Ege kokan öykücülüğünü ve kentlerin suretine ilişkin merak edilenleri konuştuk.
- Sanat eleştirmeni, küratör ve yazarsınız; ilk öykü kitabınız “Dalga Dibe Düştü” 1985’de yayımlandı. “Gölgeler ve Yelkovan” otuz yıl aradan sonra geldi; okurla tekrar buluşmak için neden bu süreyi beklediniz?
Yazma serüvenimin önemli bir bölümünde plastik sanatlara yoğunlaştım. Ve zamanı durdurduğuma inandığım aralıklarda da öyküye sığındım hep. Kendime yolcu olduğum, içsel yolculuklarımın en yoğunlaştığı zamanlarda öyküler yazdım. Goethe, “Dur ey zaman, ne güzelsin” der, Faust’da. Çok ilginçtir, on sekiz yaşında başlayıp, seksenli yaşlarında bitirmiştir Faust’u. Onun zamana inanan yanını çok önemserim. Benim için de çok aceleye gelmeyecek bir uğraştır öykü yazmak. Uzun bir zaman ara verdim. Zaman zaman da yazın dergilerinde yayınladım bazı öykülerimi. Sinemayı da denedim. Ahmet Erhan’la birlikte yazdığımız bir senaryo film oldu, 56 festivale gitti, birincilik ödülü aldı.

Haberin Devamı

Ankara’da çok iyi öykücüler yaşıyor

- Kitabınızın Orhan Kemal adına/anısına verilen ödülde ikinciliğe değer görülmesi, ayrıca bu ödülü son dönemde Ankaralı yazarların alması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Orhan Kemal, benim yetiştiğim yazın dünyasının ya da okulunun en önemli öncülerinden biridir. Yaşama tanıklığından, yepyeni gerçeklikler üretmiş ve halkının vicdanı olmuş bir yazar. Onun adına bir ödül almak onurlandırdı beni. Son dönemde Ankaralı yazarların “Orhan Kemal Ödülü” almasının bir rastlantı olmadığını düşünüyorum. Çok iyi öykücüler yaşıyor Ankara’da. Bugüne özgü değil bu, geçmişte de öyleydi. Ankara pek çok insan için uzunca bir süre kültür başkenti olmanın verdiği olanaklardan dolayı mekân olmuştur. 80’li yıllara kadar kültür başkenti olunca da pek çok insanın yolu doğal olarak buradan geçmiştir. Ankara bir kavşaktır; Kral Yolu’nda bile küçük ama ciddi bir merkezdir.

Haberin Devamı

Düşbozumlarında öğrendik hayatı

-6-7 Eylül olayları ve açlık grevindeki bir gencin günlüğü ile başlayan öyküler kitaba adını veren “Gölgeler ve Yelkovana uzanıyor, ardından “Güz Sokağı” ve son olarak “Düşbozumu” geliyor. Öyküler neden hep hazana ve hüzne çıkıyor?
Hani, “Bu dünya, belki de başka bir gezegenin cehennemidir.” der ya Aldous Huxley. Bizim kuşağımız için tam da böyleydi sanki. Nice acılara, ayrılıklara, kıyımlara, sürgünlere tanık olmuş ve onlardan payına düşenleri biriktirmiş bir kuşaktan geliyorum ben. Her toplumsal kabarmanın darbelerle sonlandırıldığı ve bedellerinin ağır ödendiği dönemlerden, en çok hüzün düştü payımıza. Hüzün ortağı bir kuşağız biz. Ve her mevsimi güz gibi yaşadık. Düşbozumlarında daha bir öğrendik hayatı. Ben orada kahramana şunu söylettim: “Hüzün de sestir.” Ahmet Telli’nin deyimiyle “Hüzün de isyandır” bir anlamda.
- “Eski yağmurlar zamanı, ıslak zamanlar, gölgelerden bilinen zaman, zakkumların çiçek açma zamanı, her şeyi solduran zaman, korkuya yenilen zaman, en kalın boyalarıyla üstümüzden geçen zaman, kederlere belendi zaman…” kavramlarından ve kapak deseninde Selçuk Demirel’in akrep ve yelkovanı götüren figüründen hareketle, “zaman”la derdiniz nedir?
Varlığımızın anlamını da zamana bakarak sorgulamaz mıyız? Yaratı sürecinin değişik evrelerinde, dönüp geriye bakarım hep. Varlığımı saran zamanın ruhunu nasıl algılamışsam, öyle görürüm kendimi zamanın aynasında. İşte tam da orada, pek çok şeyin sırları döküldükçe, hayatın içindeki hüzne ulaşıyorsunuz. İşte o zaman, o hüzün sese dönüşüyor ve sizi bir yerden yakalıyor. Ayna da aynalığını sırları döküldüğü yerde tutuyor. O süreçteki içebakışla başlar yaratı serüvenimdeki hesaplaşmalar. Zamanın ruhunu yakalamak; yaşadıklarımın izdüşümlerinden içselleştirdiğim değerlerin sarmalında biriktiririm kendimi. Zamana etkin olmayı olanaklı kılar bu durum. Bundan üç yıl önce, ressam dostum Habip Aydoğdu’yla yaptığımız ortak kitabın adı da “Zamanın Ruhu”dur.

Haberin Devamı

Yaraların kabuklarını soymak...

-Kırılma noktalarından yola çıkarak, gerçeğin izlerinin toplumsal olaylarda arandığı öyküler okuyor, karakterlerin kendimize benzediği kurgularda dolaşıyoruz. Anılar geri gelmez ama geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmak, kısacası “yaraların kabuklarını soymak” bizi iyileştirir mi?
Yazdıklarım; yaşadıklarımızı ve tanıklılarımızı geri getirmiyor tabii ki. Ama yüzleşmek ve hesaplaşmak, yoğun bir katarsisi yaşatıyor insana. Yaralarımızın kabuğunu soymazsak vicdani bir sızıyı duyumsarız hep. Kabuğunu soyuyorsunuz ve öyle bir yere geliyorsunuz ki, yakaladığınız şey hüzün dolu. Belki de ben en çok hüzne yolculuk yaptığım için öyle. Aslında belki de en temel amacım, kendi içime yolculuk yapmak ve insanın insana yolculuğu noktasındaki bir yerden öyküyü kurmaya çalışmak. İnsanlar bazen kendi yaralarının iyileşme sürecini bilmiyorlar. Aslında o kadar çok insani ortak yaralarımız var ki, o yaranın kabuğunu kaldırdığımızda iç sızılara ortak olalım istiyorum.
-Bazı karakterlerin cebinde şiir, koynunda aşk mektubu saklı. Şiirsel motiflerle yazıyor olmak, yaptığınız alıntılarla metinlerarasılığı kullanmak sevdiğiniz şairlere birer güzellemedir diyebilir miyiz?
Şiiri çok severim. O, tüm sanatlar içinde biricik olandır. Sözcüklerin en az olanıyla bile, hiç bilmediğimiz dünyalara götürür bizi. Düşü ve gerçeği eşleyerek, sezgilerimizin zembereğini kurar. Yaşamın en uçlarına yolcu eder bizi. Bir şiir kitabım olsun aslında çok isterdim ama çok büyük bir cesaret ister. Benim öykülerimin içinde şiirin çok daha farklı bir işlevi var. Öykünün kendi zembereğini kurarken şiirin kattığı tadı çok önemsiyorum. Kitabım yayınlanmadan önce ve yayımlandıktan sonra en çok şairlerle paylaştım. Refik Durbaş, Ülkü Tamer, Ercan Kesal, Ahmet Telli, Şeref Bilsel, İhsan Tevfik, Ahmet Bülent Erişti, Nihat Ziyalan gibi şairler öykülerimi açımlayan yazılar yazdılar. Sanatın çok değişik alanları kendi içinde buluştuğunda, grift bir ilişki içerisinde olduklarında o üretilen sanat ne ise onun çoğalacağına, sanatın değerleri arasındaki buluşmaların o sanat alanını çok zenginleştirdiğine inanıyorum. Bir öykü yazmaya başladığımda Tuncay Betil’in “Yaşam güzotu, üfledim gitti” şiirini almamam mümkün mü? Bu tür çağrışımlardan yola çıkarak benim de referans aldığım alıntılarla, okuyucuya başka dünyaların, başka yazarların kapılarını aralamayı isterim. İsterim ki ona yolcu olsun insanlar. İşte o zaman siz insanları kavşağa getiriyorsunuz ve başka yollarla buluşur, buluşturursanız mutlu olabilirsiniz.

Haberin Devamı

“Her şey ellerimin yalnızlığı kadar eski”

-Ölü Deniz Mezarlığı’nda “Önce sezgilerini, duygularını yüklerdi tuvaline, sonra da boya katmanlarıyla yüzeydeki görüntüleri sürekli değiştirir, gereksiz gördüğü şeyleri siler ya da yeni boya katmanlarıyla örterdi üstünü.” diyorsunuz; öykü yazmak da biraz öyle değil mi, ne dersiniz?
Evet, tam da öyle. Benim öykülerim; yazma, silme ve yeniden yazma sürecinde tamamlıyor kendini. Ben çok yazan arkadaşlara inanılmaz saygı duyuyorum ama bir taraftan da kıskanıyorum onları. Ben çok yazamıyorum. Ne zaman yazma anlamında bir zaman, aralık yaratsam kendime, önce uzun uzun yazıyorum. O dışavurum dediğimiz aşamada kendime hiç sansür uygulamıyorum ama işçilik aşamasına geldiğimde çok siliyorum. Masamda en çok yer alan nesnedir silgi. Ben hâlâ elle yazıyorum ve yırtmaya kıyamıyorum, sildiklerimden arta kalanları biriktiriyorum. Oysa günlük yaşantımda aceleci bir insanım. Yazma öyle bir süreç değil benim için. Hiç acele etmiyorum. Yazmadaki telaş, kabuğu soyulmamış imgeler bulmak. Taşı veriyorsunuz heykeltıraşa; o, yontarak içinden bir şey çıkartıyor. Hayat ve sanatsal yaşam o fazlalıkların olmadığı yerde; belki biraz daha mükemmel düşünürsek, biricikliğe doğru gidiyor. İsterim ki kitabımla değilse bile birkaç tümceyle insanların belleğinde bir yerlerde olmak, benim yaşadığıma tanıklık eder.
-“…oturuşu, bir peyzaj ressamının tuvalindeki hüzünlü figürü çağrıştırıyordu.” örneğindeki gibi temel alanınız olan plastik sanatlar kitaba yansıyor; renklerin ve desenlerin sözcüklerinize temas etmesi öykücülüğünüzde ne tür duygular uyandırıyor?
Sanatta çağrışımın, sözcük çağrışımının, sanatın değişik imgelerinin, verilerinin oluşturduğu çağrışımların sanatın hangi alanına yoğunlaşırsanız orada yarattığı etkiyi çok önemsiyorum. Resim içine eğer girmeyi, bakmayı ve görme biçiminizi önyargısız çeşitlendirmeyi isterseniz resim ve plastik sanatların her alanı size inanılmaz dünyalar, hiç bilmediğiniz dünyaların pencerelerini açıyor. Çok pencereli bir evden dışarıya bakmanın yarattığı zenginliğe ve ruhunuzdaki kıpırtıya çok inanıyorum. Ressamların mutfağında büyüdüm ben. Pek çok önemli ressamla ilgili yazdığım kitapların oluşum aşamasında, öykülerini dinledim onların. Resimlerindeki evrene girip çıktım. Ressamların yarattığı iklim hep etkiledi beni. O yapıtlarla yaşama noktasından baktığınız zaman hiç ummadığınız bir seleksiyonu da yakalıyorsunuz. Yüzlerce eserin içinden bazıları sizin oluyor ve bütün okumalarınız onun üzerinden gerçekleşiyor. Öykücü damar benim görme biçimimi farklılaştırıyor. İçine öykü serpiştirildiğinde daha soylu bir şey olacağını düşünüyorum. Çünkü öyküsü olmayan şeyin gerçekten soysuz olduğuna inanıyorum.

Haberin Devamı

ANKARA’NIN SİLUETİ UNUTUŞLARI HATIRLATIYOR

-Sakız tipi cumbalı evler, Levantenler, Giritli kadın, mahalle yaşantısı, sokaklar, kıyı şeridi, sahildeki iskele, denizin çağrısı; hepsi Ege kokan çocukluğum. “Her şey ellerimizin yalnızlığı kadar eski” mi gerçekten; yitirmek, uzaklaşmak, yalnızlaşmak ve dokunmaların vaktinden geçip gitmek…?
Evet, evet. Hâlâ, her şey ellerimin yalnızlığı kadar eski. Bilinçaltım dünle yüklü hâlâ. Yaşamın ucuna yolculukta, pusulam düne ayarlı. Benimi mühürleyen yaşantılar, dünden kalanlar. Rüyalarımın içinde uyuyor dünün izleri. İçsel yolculuklarıma, dünün kapısından girerek geçiyorum. Geçmişe dalgın bir bakış, bir iç çekiş, gerçeğin suretini, sezgilerimin suretiyle değiştirme uğraşı gibi yazma eylemi. İç dünyamın atlası aslında. Yine kendi kuşağımızın yalnızlığına çıkıyor bütün yollar. O biraz hafızamızı parsellemiş gibi geliyor. Belki de bu bir kuşak bakışı. Ama maalesef çoğalmak yerine, kendimize doğru çekilen içsel yolculuklarımızı çoğaltan bir noktaya geliyoruz ve onunla hesaplaşmayı çok anlamlı buluyorum. Onu bir görev olarak koymuyorum önüme ama o duyumsatmayı seviyorum.

"Kale'nin yüzü hüzün"


-“Belleği silinmiş Karantina’nın. Punta’dan Güzelyalı’ya kadar bitişik nizam beton duvarların ardında tutuklanmış her şey.” diyorsunuz. İzmir’den bozkıra döndüğünüzde “tepelerin/yokuşların ardı deniz” hissini yaşadınız ama Ankara’nın siluetine bakınca ne gördünüz?
Tekil kültürlerin sarmalında, kendine çekilmişliğin gölgesinde kalmış şehirleri sevmedim hiç. Yüreği çarpıntısız, susuk bir suretleri vardır hep. Sıkkınlığın, bıkkınlığın köhnemiş mühürleri vardır yüzlerinde. Alışkanlıklarının kölesi olmuş, mağrurluğundan usanmayan şehirleri sevmedim hiç. Eksikliklerinin ayırdına varmayan, sahte masumiyetlerin yansıması vardır yüzlerinde. Karmakarışık, kozmopolit şehirleri sevdim hep. Bin bir yüzlüdür bakışları, bin bir renk vardır seslerinde, duruşlarında bin bir sürpriz. Her yüzü, her sesi, her duruşu şaşırtır insanı. Saklı yanları vardır hep. Bu şehirlerin de yüzleri vardır; suretleri, gölgeleri, mimikleri, şaşkınlıkları, telaşları, kederleri, sancıları, inanmazlıkları, şüpheleri, kıskançlıkları, korkuları, kaygıları, tiksintileri, cesaretleri, alaylı gülümseyişleri, iç çekişleri, duyguları, dilleri, dudak büküşleri, göz kırpışları, baş eğişleri, isyanları, unutuşları… Ankara’nın siluetine bakınca, unutuşlar geliyor aklıma… Birincisi Ankara kendi belleğini en koruyamamış kentlerden bir tanesi ve çok hızlı bozuluyor. Aslında bütün kentleri bozulma yarışına soksak, (gülümseyerek…) Özdemir Asaf’ı da analım burada, Ankara gerçekten birinci gelir. Çünkü tarihsel verilerini koruyamamış bir kenttir. Yıllar önce Ahmet Erhan ile birlikte senaryosunu yazdığımız bir kısa film yapmıştık. Önce cebimizde öykü kırıntıları vardı, mekân olarak da Kale’yi seçtik ve oraya gittiğimizde başka bir şeyle karşılaştık. Selçuklu ve Roma’dan kalan heykeller, büstler yan çevrilip yerleştirilmişti. Ne zaman Kale’nin duvarlarına baksam, “Kale’nin yüzü hüzün” tümcesi geliyor aklıma. Oradaki taşın, siluetin yan yatmış, hüzünle bakışını hiç unutamıyorum. Ankara daha asık yüzlü ve kravatlı, beton yığınları arasında insanların bir avuç gökyüzü ile idare ettiği bir kent. Kendi kimliğinin içerisinde bütün peteklerini farklı kültürlerle, ritüellerle doldurmuş kentler benim kentlerim. Mesela, Berlin’e gittiğim zaman doya doya yaşıyorum. İzmir, zaten anılarımın başkenti. O hiç unutulmaz bir şehir. Ne zaman yazmaya başlasam, kalemin bir ucu İzmir’e dokunuyor. Çünkü “Bu kentte yazıldı künyeme hüzün.” 12 Eylül’ün sonrasında o kadar dinledim ki kendimi, benimle aynı koşullardan gelen insanlarla birlikte oldum ki, “günlerin köpüğü” diyoruz ya, o hesaplaşmalar belki de o köpüğün içindeki hüznü daha çok bulaştırdı bana. Yaşam cıvıl cıvıl ve hayat inanılmaz neşeli akarken, siz orada hesaplaşma süreci içine girdiğiniz zaman künyenizdeki hüznün ne kadar büyüdüğünün ayrımına varıyorsunuz.


BAKMADAN GEÇME!